Çocuk sesi olmayan sokaklar
Çocuk gelişimi yalnızca aile ve okul ortamında şekillenmez. Kentsel çevre, çocuğun bilişsel, sosyal ve duygusal gelişiminde de belirleyici bir rol oynar. Çocuk, kentsel ağın içinde kendini tanır: kimi zaman bir esnafın merhametiyle, kimi zaman bir yabancının mesafesiyle... Bugün çocuğu sokağın dışına ittiğimizde, aslında onu bu gerçek hayata temas eden küçük ‘insanlık derslerinden’ de mahrum bırakıyoruz.”
Bu sebeple şu dönemde en çok dikkatimi çeken şey, çocukların “nerede” oynadığından çok “nerede oynayamadığı.”. İstanbul’un birçok semtinde çocukların sokağa çıkması fiziksel olarak mümkün olsa bile psikolojik olarak engellenmiştir. “Aman araba gelir”, “sessiz olun”, “orası yasak” uyarıları, çocuklara kentin onlara ait olmadığı mesajını verir. Bu durum yalnızca mekânsal değil, pedagojik bir sorundur.
Oysa sokak, çocuğun ilk kamusal alan deneyimidir. Mahallede oynayan çocuk; paylaşmayı, çatışmayı çözmeyi, farklı yaş gruplarıyla ilişki kurmayı öğrenir. Parklar da bu deneyimi destekler; ancak sokağın yerine geçemez. Çünkü sokak, gündelik hayatın içindedir. Manavın önünden geçen top, balkondan uzanan bir ses, pencere önünden izleyen bir komşu… Bunlar çocuğun kentle kurduğu aidiyet bağını güçlendirir.
Çünkü mahalle kültürü, çocuğun ilk sosyal ekosistemidir. Aileden sonra çocuğun dünyayı tanıdığı, kendini denediği ve başkalarıyla ilişki kurmayı öğrendiği en önemli ortam mahalledir. Mekânsal açıdan bakıldığında da mahalle, çocuğun ilk “yarı kamusal alan” deneyimidir. Sokak ne tamamen özel ne de tamamen kamusaldır. Bu ara alan, çocuğun bağımsızlaşma sürecinde kritik bir eşiktir. Aile denetimi vardır ama sınırlıdır; çocuk kendi kararlarını alır, risk değerlendirir, sorumluluk üstlenir. Bu durum, özgüven gelişimi açısından son derece belirleyicidir.
Bugün hala pek çoğumuzun az ya da çok sokakta oyun oynamışlığı vardır. Arnavut kaldırımları, apartman önlerinde çekilen ipler, iki taşla kurulan kaleler, akşam ezanıyla biten oyunlar… Bugün bu sahneler nostaljik birer anıya dönüşmüş durumda. Oysa sokakta oynamak, yalnızca geçmişe ait romantik bir hatıra değil; çocukların fiziksel ve bilişsel seviyesini de arttıran bir durumdur.
Çünkü sokakta oynanan oyunlar, çocuğun bedenini yalnızca hareket ettirmez; bedeni mekânla ilişkilendirerek eğitir. Seksek, saklambaç, körebe, top oyunları gibi geleneksel sokak oyunları, koşma, zıplama, ani durma, yön değiştirme gibi çok yönlü hareketleri içerir. Bu çeşitlilik, kas-iskelet sisteminin dengeli gelişimini destekler.
Saklambaç gibi oyunlar çocuğun mekânsal algısını da geliştirir. Saklanacak yer seçmek, alanı zihninde haritalamak, mesafeyi ve yönü tahmin etmek; tüm bunlar erken yaşta gelişen mekânsal zekânın temelini oluşturur. Bu beceriler, ilerleyen yıllarda matematiksel düşünme, yön bulma ve planlama yetileriyle doğrudan ilişkilidir.
Bugün ise İstanbul’da çocuklar için yapılan düzenlemelerin çoğu, onları kentten ayıran “özel alanlar” yaratmaya odaklanıyor. Oysa asıl ihtiyaç, kentin tamamını çocuklar için yaşanabilir ve güvenli kılmaktır. Kaldırım genişliklerinden sokak kesitlerine, hız sınırlarından zemin kaplamalarına kadar alınan her karar, bir çocuğun özgürlüğünü ya artırır ya da sınırlar. Bugün yüksek duvarlarla çevrili siteler, hızlanan trafik ve parçalanmış kamusal alanlar çocukları sokağın dışına itiyor.
Richard Louv’un ‘Doğadaki Son Çocuk’ta işaret ettiği mesele, aslında kentli çocuk için de geçerli: Dış mekân azalınca çocukluk daralıyor. Sokak ve mahalle, çocuğun duyusal dünyasını, dikkatini ve sosyal becerilerini besleyen doğal bir laboratuvar.”