Gerçeklerden Haberdar Olun
İstanbul
Parçalı bulutlu
10°
Ara

Neden bazı filmleri çok seviyoruz?

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Neden bazı filmleri  çok seviyoruz?

Bazı filmler vardır yalnızca izlenmez, kökleri çok eski çağlara kadar giden bir düşünceyi ve duyguyu görünür kılar. Söz gelimi The Matrix böyle bir filmdi. Üzerinden yıllar geçti, teknoloji eskidi, efektler sıradanlaştı ama film hakkında hâlâ konuşmaya devam ediyoruz. 

Bu ilgiyi yalnızca görsel efektler, yüksek bütçe ya da pazarlama stratejileriyle açıklamak güçtür. Elbette bunların etkisi yadsınamaz ancak filmin kalıcı gücü, anlattığı hikâyenin derinliğinde yatmaktadır. İnsanlık tarihinin en eski ve evrensel sezgilerinden birine dayanan bu hikaye, özellikle kriz anlarında yeniden yüzeye çıkan ve insana yaşadığı dünyanın gerçekliğini sorgulatan kadim bir kuşkuyu harekete geçirir. Bu kadim ve evrensel kuşku şudur: “Ya yaşadığımız dünya yalnızca bir yansıma veya yanılsama ise...?” The Matrix, Gnostik kuşkuyu modern çağın görsel ve teknolojik diliyle yeniden üreterek, izleyiciyi hakikat ile yanılsama arasındaki bu kadim gerilimin içine çeker.

Yukarıda söylediğim gibi bu düşünce insanlık için yeni değil. Antik Yunan’da Platon, Mağara Alegorisi ile aynı sezgiyi anlatmıştı. Mağaranın içinde zincirlenmiş insanlar, duvara yansıyan gölgeleri gerçek sanıyordu. İçlerinden biri dışarı çıkıp güneşi gördüğünde, asıl gerçekle karşılaşıyordu. Ama geri dönüp anlattığında kimse ona inanmak istemiyordu. Çünkü gölgelerle yaşamak, gerçeği görmekten daha konforluydu.

Gnostik düşünce bu fikri daha da radikalleştirir. Gnostiklere göre sorun yalnızca bir algı yanılgısı değildir. Dünyanın kendisi baştan itibaren yanlış ve kusurludur. Çünkü bu dünya, gerçek Tanrı tarafından değil, kendini Tanrı sanan cahil ve kibirli Demiurg tarafından yaratılmıştır. Demiurg mutlak anlamda kötücül değildir; fakat sınırlı bilgisi ve küstahlığı nedeniyle kusurlu bir düzen kurmuştur. Bu nedenle maddi dünya, manevi âlemin eksik ve bozulmuş bir kopyasıdır. Demiurg’un kurduğu düzen adaletsizdir, yabancılaştırıcıdır ve insanı uyutan/körleştiren bir işleyişe sahiptir. Maddi dünya gibi insan bedeni de Demiurg tarafından yaratılmıştır. Ancak bedene can veren ruh, gerçek Tanrı’ya aittir. İlahi kökenli bu ruh, Demiurg’un yarattığı bedenin içinde hapsolmuştur ve bunun farkında değildir. Çünkü insan, hakikati açığa çıkaran bilgiye, yani gnosis’e ulaşmaktan alıkonulmuştur. Böylece insanlar, gerçek sanarak yaşadıkları bu dünyada çalışır, itaat eder ve düzenin sürekliliğini yeniden üretirler.

The Matrix’teki sistem de tam olarak budur. İnsanları yok etmeye çalışan şeytani bir güç yoktur. Yapay zekâya sahip makineler tarafından zihinleri ele geçirilen insanlar, itaat ve rıza üzerinden işleyen bir simülasyon düzeninde yaşarlar. Asıl korkutucu olan da budur. İnsanlar zincirlenmemiştir ama sisteme sorgusuzca bağlıdırlar. Çünkü tıpkı Platon’un mağarasında gölgeleri gerçek sanan insanlar gibi, başka bir dünyanın mümkün olabileceğini düşün(e)mezler.

Bu yüzden filmdeki temel çatışma makinelerle insanlar arasında değil; uyanmış ve gerçeği gören bilinçle gerçeğin farkında olmayan uykudaki bilinç arasındadır. Filmin baş karakteri Neo klasik anlamda süper güçlere sahip kurtarıcı bir kahraman olduğu için seçilmez. O sorgulamaya başladığı ve gerçeği fark ettiği için seçilmiş kişi olur. Kırmızı hap ise gizli bir silah değildir, yalnızca uyanışın simgesel bir eşiğini temsil eder.

Gnostiklerin “gnosis” dediği şey yani bilme, fark etme ve uyanış hâli tam olarak budur. Kurtuluş, mevcut sisteme ve onu ayakta tutan otoriteye uyum sağlamakla değil; bilgiyle, farkındalıkla ve yanılsamadan kopuşla mümkün olabilir.

Peki, günümüz dünyasında bu anlatılar neden hâlâ güçlü bir karşılık bulmaya devam ediyor? Çünkü çalışıyor, üretiyor, tüketiyor ve bu döngü üzerine bir yaşam kuruyoruz. Fakat buna rağmen kendimizi bir türlü güvende, huzurlu ve mutlu hissedemiyoruz. Sahip olduğumuz onca imkân ve konfora rağmen sürekli bir eksiklik ve huzursuzluk duygusu yaşamımıza eşlik ediyor. Antropolojik açıdan bu durum, bireyin kurduğu hayat ile içinde yaşadığı toplumsal düzen arasında açılan derin bir uyumsuzluğa işaret eder. The Matrix ise tam da bu uyumsuzluğu ve onun yarattığı tuhaflık hissini, bir şeylerin yanlış olduğu ama adını koymakta zorlandığımız o iç sıkıntısını gizlemeden, yumuşatmadan ve rahatsız edici bir açıklıkla izleyicinin yüzüne çarpıyor.

Sadece The Matrix filmi değil, The Truman Show, Dark City gibi filmler de aynı kaynaktan/konudan besleniyor. Hepsinde ortak tema, yanlış bir dünyada yaşadığını fark eden küçük bir grubun, bu farkındalığın bedelini yalnızlık, dışlanma ve tehlikelerle dolu bir mücadeleyle ödemesidir. Çünkü düzen, gerçekliğinin fark edilmesini sevmez.

Öte yandan bu filmler kimseye “iyi ol” demez veya “sabret, sistem düzelir” de demez. Söylediği/fark ettirdiği şey şudur, “eğer yanlış, eksik veya huzursuz hissediyorsan, sorun sende olmayabilir”. Elbette sinema, seyircisine bunun için bir çözüm yolu önermez. Sadece rahatsız eder ve sorgulatır. Dolayısıyla The Matrix bize ne bir kurtuluş reçetesi sunar ne de karizmatik bir lider önerir. Ama eminim film, onu izleyen pek çok insana şu soruyu sordurmuştur; “ya gerçekten bir simülasyonun yahut bir mağaranın içindeysek?”

Belki de bu tarz konuları işleyen filmleri sevmemizin nedeni budur. İnsanlar dünyanın neden bu kadar yanlış hissettirdiğini düşündüren kadim bir hikâyenin peşindeler hala. Antik çağlarda bu arayış insanları gnostik cemaatlere, mesihçi hareketlere ve tapınaklara yöneltiyordu. Bugün ise aynı arayış, sinema salonlarında ve ekranlarda karşılık bulmaya devam ediyor.


 

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *