Saatler ileri hayat geri!
Türkiye’de 2016 yılından bu yana uygulanan kalıcı yaz saati, her kış mevsimiyle birlikte yeniden gündeme gelen, toplumun büyük bir kesimini doğrudan etkileyen bir mesele olmayı sürdürüyor. Saatlerin ileri alınmasıyla güya kazanılan zaman, günlük hayatın içinde kayboluyor; geriye ise karanlık sabahlar, yorgun bedenler ve bitmeyen bir tartışma kalıyor. Bu uygulama artık yalnızca teknik bir saat ayarlaması değil, sosyal yaşamı, eğitimi, çalışma düzenini ve hatta ruh sağlığını etkileyen bir toplumsal sorun hâline gelmiş durumda.
Kalıcı yaz saatinin en çok etkilediği kesimlerin başında çocuklar geliyor. Kış aylarında gün henüz doğmamışken yollara düşen öğrenciler, hem güvenlik riskiyle karşı karşıya kalıyor hem de biyolojik olarak henüz uyanmaya hazır olmayan bir bedenle ders başı yapmak zorunda kalıyor. Sabah karanlığında okul servisi bekleyen bir çocuğun yaşadığı tedirginliği, hiçbir enerji tasarrufu hesabı telafi edemez. Öğretmenler de benzer şekilde, uykusuzluk ve dikkat dağınıklığı içinde ders anlatmak zorunda kaldıklarını sıkça dile getiriyor. Eğitimde verimlilikten söz ederken, çocukları güne karanlıkta başlatmanın ne kadar doğru olduğu ciddi biçimde sorgulanmalı.
Çalışanlar açısından bakıldığında tablo çok farklı değil. Sabahın erken saatlerinde, gün doğmadan işe gitmek; özellikle beden gücüyle çalışanlar için ciddi bir yük oluşturuyor. Trafikte yaşanan kazaların, iş yerlerindeki dikkatsizliklerin ve iş kazalarının artmasında uykusuzluğun ve biyolojik ritim bozukluğunun payı yadsınamaz. İnsan bedeni, güneş ışığıyla uyanmaya programlıdır. Siz saati ne kadar ileri alırsanız alın, beden o karanlığı “sabah” olarak kabul etmiyor.
Uygulamanın savunucuları ise her fırsatta enerji tasarrufunu gerekçe gösteriyor. Ancak aradan geçen yıllara rağmen, kalıcı yaz saatinin ne kadar enerji tasarrufu sağladığına dair toplumun ikna olduğu, şeffaf ve net veriler hâlâ ortada yok. Aksine, akşam saatlerinde daha geç kararan hava nedeniyle aydınlatma ve ısınma ihtiyacının arttığını savunan çok sayıda uzman bulunuyor. Yani kazanç olduğu iddia edilen yerde, başka kalemlerden kayıplar yaşanıyor olabilir. Enerji tasarrufu sağlanacaksa, bunun yolu saatlerle oynamaktan değil; verimli binalardan, doğru planlamadan ve bilinçli tüketimden geçer.
Kalıcı yaz saati aynı zamanda Türkiye’nin coğrafi gerçekleriyle de çelişiyor. Doğusu ile batısı arasında ciddi bir zaman farkı bulunan bir ülkede, tek tip ve ileri bir saat uygulaması özellikle batı illerinde hayatı daha da zorlaştırıyor. Güneşin sabah 9’a doğru doğduğu günlerde, “saat kaç” sorusu anlamını yitiriyor; çünkü insanın iç saatiyle duvardaki saat birbirini tutmuyor. Zamanla yarışan modern hayat, bu uyumsuzlukla daha da yorucu bir hâl alıyor.
Bu meselenin belki de en can alıcı noktası, toplumun bu konuda yeterince dinlenmediği duygusu. Yıllardır veliler, eğitimciler, sendikalar ve uzmanlar uygulamanın gözden geçirilmesi gerektiğini söylüyor. Ancak her kış aynı karanlık sabahlara uyanılıyor, her yaz aynı tartışmalar yapılıyor. Değişmeyen tek şey ise insanların yaşadığı yorgunluk ve memnuniyetsizlik.
Kalıcı yaz saati uygulaması, “alışılır” hâle gelmiş olabilir ama bu, “doğru” olduğu anlamına gelmez. Toplumun büyük bir kesiminin hayat kalitesini düşüren bir düzenleme, sırf vazgeçilmez ilan edildi diye sorgulanmadan sürdürülemez. Zaman, sadece ekonomik hesaplarla yönetilecek bir kavram değildir; insanın biyolojisi, güvenliği ve huzuru bu denklemin en önemli parçasıdır. Eğer bir uygulama yıllardır aynı itirazlarla anılıyorsa, çözüm kulak tıkamak değil, cesaretle yeniden değerlendirmektir. Saatleri ileri almak kolaydır; zor olan, yanlıştan geri adım atabilmektir.