
Kan bağı mı can bağı mı?

Aylardan eylül, ruhumun kelebekler misali uçuştuğu zamanlar. Belki caddelerde begonvil kokuları yok, akasyaların renk cümbüşüne de şahitlik etmiyoruz ama hüzünlü bir ahenkle yapraklar ağaçları terk ediyor. Doğanın büyüsüne bitki örtüsünün kabuk değişimine şahitlik ediyorum. Gür sesle şarkılar fısıldıyor kulaklarıma akan ırmaklar. Eylül bir başka huzurla geliyor gönüllere.
Oturmuşum tenha el ayak uğramayan bir nehir kenarına. Benim ben olduğum anı yaşıyorum. Dante gibi ömrün yarısını da devirmişiz. Huzur birikimlerim ve güzel anılarım eşlik ediyor bana. Kâh sövüyorum gelmişine geçmişine hayatın, kâh gülümsüyorum mutlu olduğum anıların hatırına. Beni alıp götürüyor sessiz ve sakince akan sular mazi denen o dönülmez geçmişe.
Yalnızlık diyorum! Ne acı bir elem ve keder. Doğanın kalbinde bir çare yalnızlık, tarifi mümkün olmayan bir keder içerisinde derin duygulardan dağlar biriktiriyorum kalbimin orta yerinde. Zamana sitem ediyorum "ne de çabuk geçtin" diye. Oysa ne kadar da olmak isterdim yirmili otuzlu yaşlarda. Ne çabuk geçtin ömrüm diye suale çekiyorum hayat ağacımı. Dünü ziyan, yarını kar sayan bir duygu kaplıyor benliğimi.
Sorguluyorum! Kan bağımı can bağı mı? Diye. Nerede sevdiklerim arkadaş dediklerim eş ve dost bildiklerim. Gün geliyor kardeş diye bildiklerin dahi yabancılaşıyor sana. Sanki aynı anne aynı baba değil bizi dünyaya getiren. Ne kadar da çabuk tükeniyoruz. Daha düne kadar birlik beraberlik içerisinde ne kadar da mutluyduk. Dede yadigarı köy evimizde koyun koyuna yatıp uyurduk. Hangi ara büyüdük de çekilmez insanlar olduk. Kocaman kocaman adamlar çocukluk yapmaya başladık.
Kaybettik saygıyı, sevgiyi ve tevazuyu. Yabancılaştırdı bizi üç karış toprak parçaları. Oysa bilemedik iki metre çukurun son durağımız olacağını. İçinden bir daha canlı çıkamayacağımız iki metre çukuru paylaşamadık. Kimsin, nesin, burası kimin? Diye sormadan bizi koyacakları çukuru hiç hesap edemedik dünyada. Dünya malına tamah ettik. Hiç hesap edemedik ölümü. Hiç bitmeyecek zannettik dünya denen mekânı.
“Mal sahibi mülk sahibi nerede bunun ilk sahibi” yazıyordu bir duvar yazısında. Sahi dünyanın ilk sahibi nerede? Nerede bize bu malı mülkü bırakanlar, bin bir cefayla bizi bugüne getirenler. Hayatlar! Pamuk ipliğine bağlı bir varmış bir yolmuştan ibaret insan hayatı. Musalla taşına yattığında “iyi bilirdik” denenlerden mi olacaksınız? Bir düşünün. İki metrelik yatacağınız çukur için kalp kırmayın birbirinizi üzmeyin.
Bir eylül günü ırmak kenarında kalbimle, yüreğimle ve tek başıma anılara dalmışken yedi cihana hüküm etmiş Sultan Süleyman’ın şu sözü aklıma geliyor. “Ben ölünce bir elimi tabutumun dışına atın. İnsanlar görsünler ki padişah bile bu dünyadan eli boş gitti.” Bu dünya bu kader işte! Burası dünya! Ne çok kıymetlendirdik! Oysa bir tarla idi; ekip biçip gidecektik. Bir eylül akşamında yapraklar rüzgarlarda savrulurken sorguya çekiyorum kendimi. Kan bağımı can bağı mı?
Sağlıcakla…