Öğretmenin kimliği ne olmalı?

Bir okulun dış paydaşlarının gözünden bakıldığında, sendikalı öğretmenler nasıl bir izlenim bırakıyor? Sendikal anlayış, öğretmenin haklarını savunmaktan çok, siyasi saflara göre pozisyon alan, liyakati değil sadakati önceleyen bir çizgi izliyorlar. Bu durum öğretmenler odasında derin bir ayrışma yaratıyor. Aynı çatı altında görev yapan eğitimciler, artık "bizden" ya da "sizden" diye ayrılmaya başlanıyor. Böylece öğretmenin mesleki kimliği zedeleniyor, dayanışma kültürü yara alıyor, moral bütünlüğü parçalanıyor.
Bugün öğretmenler odasına girdiğinizde, aynı okulda ağırlıklı olarak en az dört farklı sendikaya üye dört farklı öğretmen grubu görebilirsiniz. Bu, dört ayrı dünya demektir. Eğitim-İş, daha çok sol görüşlü ve Atatürkçü bir çizgide konumlanıyor; emek ve hak mücadelesine güçlü bir vurgu yapıyor. Ancak zaman zaman kullandığı dil, dışlayıcı ya da üst perdeden algılanabiliyor.
Eğitim-Sen, özgürlükçü ve demokrat bir duruş sergiliyor, toplumsal sorunlara duyarlılığı yüksek, fakat sahadaki uygulamalara dair somut çözüm önerileriyle yeterince öne çıkamıyor. Türk Eğitim-Sen, milliyetçi çizgide konumlanıyor ve özlük haklarıyla ilgili girişimleri bulunuyor; ancak zaman zaman kapsayıcılık konusunda eleştiri alıyor. Eğitim-Bir-Sen ise iktidara yakınlığıyla biliniyor; birçok yönetici atamasında etkin rol oynamış olması, sendikayı güçlendirse de siyasallaşma eleştirilerine yol açıyor.
Tüm bu farklılıklar aslında bir zenginlik olarak görülebilirdi; eğer öğretmenin ortak sorunlarında birleşilebilseydi. Eğer her sendika, önceliğini ideolojik konumlanmalara değil, eğitim sistemini geliştirmeye ve öğretmenlerin mesleki haklarına verebilseydi, ortaya güçlü bir birlik çıkabilirdi. Ama ne yazık ki bugün tablo şunu gösteriyor: Sendika tercihi artık sadece bir hak mücadelesi değil, öğretmenin kariyerini, tayin hakkını, hatta okul içi görev dağılımını etkileyen bir siyasi kimliğe dönüşmüş durumdadır.
Bu durum hem eğitimdeki adalet duygusunu sarsıyor hem de öğretmenler arasında sessiz bir güvensizlik iklimi yaratıyor. Oysa eğitim gibi toplumsal bir görevi üstlenen öğretmenlerin, bölünmeye değil, ortak hedeflerde kenetlenmeye ihtiyacı var.
Eğitim sistemimizin en sessiz ama en derin sorunlarından biri, sendikaların işlevine dair giderek büyüyen tartışmalardır. Öğretmenlerin haklarını savunmak için kurulmuş olması gereken sendikalar, bugün ne yazık ki bu idealin çok uzağında duruyor. Bir öğretmen sendikaya gönülden inanarak değil, kimi zaman korunmak için, kimi zaman baskı hissettiği için, kimi zaman da sadece "yalnız kalmamak adına" üye oluyor. Bu durum sendikacılığın dayanışma ruhunu değil, bir çıkar ilişkisine dönüşmüş hâlini yansıtıyor.
Millî Eğitim Bakanlığı’ndaki birçok atama ve görevlendirme, sendikalar arası görünmeyen bir güç dengesine göre şekilleniyor. Müdürlük sınavları, komisyon üyelikleri, yer değişiklikleri gibi uygulamalar, eğitimci kimliğinden çok sendika kimliği üzerinden değerlendiriliyor. Böylece sendikalar, eğitim politikalarını tartışan değil, yönetim kademelerinde güç paylaşımı yapan yapılara dönüşüyor. Oysa esas soru cevapsız kalıyor. “Eğitim bunun neresinde?” Eskiden öğretmenler odası ortak aklın, mesleki dayanışmanın ve kolektif hafızanın mekânı olarak bilinirdi. Bugünse aynı okulda görev yapan öğretmenler, farklı sendikalara üye oldukları için aynı etkinliğe katılmaktan çekinir hâle geliyor. Meslektaşlar arasında görünmeyen sınırlar oluşuyor. Öğretmenler artık paydaş değil, karşı kampların temsilcileri gibi davranmaya başlıyor. Bu da eğitimin içten içe çözülmesine neden olan sessiz bir ayrışmayı doğuruyor.
Peki çözüm nerede? Öncelikle sendikaların siyasal bağımsızlığı yasal güvence altına alınmalıdır. Hiçbir kamu görevlisinin sendikası, bir siyasi partinin, dolaylı ya da doğrudan uzantısı gibi hareket etmemelidir. Bu çizgi net olmalı, ihlal edildiğinde yaptırımı da açıkça uygulanmalıdır. Aynı zamanda tüm sendikaların temsil edildiği, ortak kararların üretildiği ve mesleki ilkelerin belirlendiği bir yapı kurulmalıdır. Örneğin, “Ulusal Öğretmenlik Konseyi” gibi bir yapı, hem temsil hem çözüm üretme açısından işlevsel olabilir.
Sendikaların asıl görevi öğretmenin haklarını savunmak ve eğitimin niteliğini artırmaktır. Üye sayısını artırma yarışına değil, saha verileriyle somut çözüm üretme görevine odaklanmalıdırlar. Liyakatli bir eğitim ortamı ancak sendikaların da kendi içlerinde adil ve şeffaf olmalarıyla mümkündür. Bir öğretmen, sendikaya korkudan ya da torpilden değil, inandığı için üye olmalıdır. Bu da ancak hem sistemin tarafsız olması hem de sendikaların kendilerini dönüştürmesiyle mümkündür. Özetle, sendikacılık bir memurun kendini güvende hissetmesi için değil, bir öğretmenin kendini güçlü ve etkili hissetmesi için vardır. Bugün bu ideallerden uzaklaşmış olabiliriz. Ancak eğer her öğretmen içinde bir rahatsızlık duyuyorsa, bu sessizliğin birleştirilmesi mümkündür. At sineği bakışıyla soralım: “Sendikanız gerçekten sizin haklarınızı mı savunuyor, yoksa sizi bir araç olarak kullanarak kendi gücünü mü pekiştiriyor?” Bu sorunun cevabını öğretmenler odasında bulabilirsiniz; yeter ki o kapıdan bir sendika üyesi olarak değil, gerçek bir eğitim gönüllüsü olarak giriniz.
Akın KARABAĞ