
Krizlerden kim kazanıyor kim kaybediyor?

Türkiye’nin siyasal tarihi, krizlerle yoğrulmuş bir tarihtir. Fakat dikkatle bakıldığında şu çıplak gerçek değişmez: krizleri yaratanlar ve onlardan beslenenler çoğu kez kazanır, emekçi çoğunluk ise kaybeder. Bugün de tablo farklı değil. İktidarın yargıyı sopa gibi kullanması, muhalefeti bölmesi, toplumu “güçlü devlet – zayıf muhalefet” ikilemine sıkıştırması bir krizdir. Çoğu zaman bu krizlerden kazanan iktidar ve onun işbirlikçileri olur. Ama kapitalizm öylesine açgözlüdür ki, krizlerden beslenirken kendi mezarını da kazabilir; bazen de kendi yarattığı krizlerin kurbanı haline gelir. İşte bu çelişki, hem sistemin sürekliliğini hem de emekçi halkın geleceğini belirleyecek en kritik düğümdür.
Asıl tuzak ise şudur: Egemenlerin kendi iktidar ve çıkar çatışmalarında halk kitlelerinin taraf olmaya zorlanması. Emekçiler, kendileriyle hiçbir ortak çıkarı olmayan düzen güçlerinin kavgasında “taraftar” haline getiriliyor. Bir kısmı sahte umutlara, bir kısmı korkulara, bir kısmı da “bizimkiler” söylemine kapılıyor. Böylece kendi taleplerinden, kendi geleceğinden uzaklaştırılıyor.
Sistem bu tuzağı, duyguların en güçlü sembolleriyle besliyor: din, millet, vatan, bayrak… Halkın en sahici değerleri, egemenlerin en kullanışlı manipülasyon araçlarına dönüşüyor. Böylece emekçi, kendi emeğinin değil, egemenin çıkarlarının nöbetçisi haline getiriliyor. İşte asıl sömürü tam da budur.
Burada muhalefetin büyük bir zaafı açığa çıkıyor. Her yeni krizde, her muhalif cümlede yeniden “1923’ün kurucu ruhu”na ve “baba figürlere” sığınılması, topluma gerçek bir çıkış yolu göstermiyor. Efsununu çoktan yitirmiş mitoslar, halkın bugünkü taleplerini karşılamıyor; aksine kitleleri geçmişe zincirliyor. Bu dil, halkı özne değil tebaa haline getiriyor. Oysa bugün ihtiyaç duyulan şey, mitoslara sığınmak değil, bugünün enkazına bugünün çözümleriyle karşılık vermektir.
Oysa çıkış, egemenlerin kavgasında bir taraf olmak değil, kendi tarafını yaratmaktır. Emekçilerin tarafı; demokrasi, eşitlik, barış ve laiklikten yana olan, toplumsal adalet için direnen bir taraf olabilir. Ancak böyle bir taraf olursa krizlerden kazanan sermaye ve işbirlikçileri değil, halkın kendisi olur.
Bugün ihtiyacımız olan şey, “benim liderim, benim partim” kavgasına saplanmak değil; “bizim geleceğimiz, bizim emeğimiz” etrafında birleşmektir. Direniş, demokrasi ve barış çağrısı tam da bu nedenle emekçi çoğunluğun sesi olmalıdır.
Krizleri yaratanların değil, krizlerden beslenenlerin değil, halkın kazanacağı bir tarih yazmak elimizde. Bunun için köprüden önceki son çıkıştayız.