
Çöpçünün maaşı profesörünkinden fazla olur muymuş?

İzmir Temizlik İşçileri Grevi bitti. Oldukça çok ses getirdi. İşçi taleplerine, bilir bilmez öyle suçlamalar yöneltildi ki; sanırsın ülkeyi bugünkü açlık ve yoksulluğa sürükleyenler yirmi bin işçiymiş gibi… Ne küfürler, ne azarlamalar! Ta dini, etnik kökenlerine, akraba-hısım ilişkilerine kadar olmadık yakıştırmalarla nefret kusuldu.
Olmadı, Büyükşehir Belediye Başkanı şürekâsını toplayıp kameralar karşısında “çöp şovlarıyla” işçi ve temsilcilerine ağzına geleni söylemekten hiç ar etmedi. Buna dünyanın her yerinde “grev kırıcılığı” yaftasını omuzlayıp, “İzmir halkının hakkını kimseye yedirtmem” demeyi özellikle altını çizdi. Aslanlar gibi çöpçülere hadlerini bildirdi. Şimdi toplu işten çıkarmalar için gazetelere açıklama üstüne açıklama yapıyor.
“Yürü başkan, arkandayız” diyenler; “Ya başkan, böyle küçük bir krizi CHP’nin, 19 Mart darbesinden bu yana Türkiye’nin her tarafından yükselttiği muhalefete zarar veriyorsun. İşçilerle uğraşacağına, AKP’nin ekonomik ve siyasi yıkımına yönelmeliyiz” demek yerine, vur işçiye! Hatta İşçi taleplerini “Biz AKP iktidarına karşı mücadele ediyoruz CHP li belediyeleri zora sokmak da ne? AKDİSK” gibi Türkiye işçi sınıfının tarihsel onuru bir örgütlülüğe saldırmaktan geri durmayanlar edep sınırını aşarak işçi düşmanlığına kadar vardırabilen trol ordusuyla karşılaştık. Neymiş DİSK, o eski DİSK değilmiş. Hadi oradan. Bu tipler güçlünün karşısında kedi, zayıfın karşında aslan olanlardır. Tarihten her zaman vardılar efendiye secde edenler. Ama gerçek başka! Gün gelir çöp birikir, sokak kokar; ama en ağır koku bazen kolonyalı odalarda, ütülü ceketlerin gölgesinden yükselir. İzmir’deki temizlik işçilerinin grevi ve CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanının “işçilerle tartışmaya” eldiven takarak çıkması yalnızca bir iletişim faciası değil; yerel yönetim anlayışının sınıfsal tercihini ele veren tarihi bir andı. Sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir partinin büyükşehir belediye başkanı, kentini temizleyen işçiye eldivenle yaklaşırsa; sadece sembolik olarak değil, sınıfsal olarak da kirlenmiş demektir.
Çöpçü, profesör kadar maaş alır mıymış?
Bu laf edildi. Hem de bir sendika tartışmasında hem de emekçilerin direnişine karşı! Her dönem olduğu gibi yine emekçilerin ekmeğine göz dikildi. Öğretmeniyle karşı karşıya getirilen sağlıkçı, sağlıkçısıyla rakip yapılan memur derken; şimdi de işçinin ekmeği “aşırı” bulunuyor. Zira kamuda hak talebi dile getirmek, “bütçe sorunu” bahanesiyle ya itibarsızlaştırılıyor ya da doğrudan tehdit konusu ediliyor. Belediyenin 16.06.2025 tarihli gazetelere verdiği toplu işten çıkarmalar için “zorunlu açıklamada”, işçilere ödenen maaşların “brüt – giydirilmiş – projeksiyonlu” hesaplarla şişirilmesi, kamuoyunu manipüle etmenin tipik bir örneği. Gerçek maaşlar gizleniyor ama itibar suikastları alenileştiriliyor. Üstelik işçiye yönelik “dürüstlük kuralına aykırı” uygulamalardan söz edilerek, hak aramak sanki bir suistimalmiş gibi sunuluyor. İşçinin sağlık raporunu bile “kurnazlık” sayan bir zihinle karşı karşıyayız.
CHP mi işçiyle karşı karşıya, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı mı?
Bu ülkede sosyal demokrat olmak kolaydır; ancak işçinin karşısına sermayeyi değil, işçiyi alarak siyaset yapan bir anlayış, demokrasiye değil teknokrasiye hizmet eder. CHP, yıllardır sırtını yasladığı beyaz yakalı seçmenin konforuna sıkışmışken, yerel yönetimlerde ise mavi yakalıları “yük” olarak görme politikası vardı da Cemil Turgay bunu açığa mı çıkardı, diye sormadan edemiyor insan. İzmir grevi, bir ücret krizinden çok daha fazlasıdır. Türkiye işçi sınıfının bastırılan belleğinde yeni bir yara, yeni bir hayal kırıklığıdır. Özellikle “AKP giderse her şey düzelir” umuduyla yıllardır sandığa koşan emekçiler için bu yaşananlar, "CHP iktidarında bize ne olacak?" sorusunu doğurmuştur.
Sosyal belediyecilik nereye kadar?
Bugün çöpçüye fazla diyen; yarın öğretmene, öbür gün hemşireye, sonra da asgari ücretliye, emekliye fazla diyecek. Çünkü mesele maaş değil, mesele sınıftır. Sınıfsal hiyerarşi, emeği aşağıda tutmak ister. Hak talebini düşmanlaştırmak, örgütlü emeği yalnızlaştırmak ister. Tam da bu yüzden, sendikal rekabetin yarattığı karmaşık tabloyu fırsat bilen belediyeler, şimdi grevci sendikaları kriminalize etmekten hiç sakınca görmüyor. Hatta CHP’nin siyasi muhalefetinin önüne geçirecek kadar emekçilerin taleplerini şeytanlaştırıyor. Toplumu sıkışık ekonomik krizin sebebini emekçilerin taleplerine yükleyen bir algı oluşturuyorlar. Bu, neoliberalizmin tipik kara propagandasıdır.
Oysa CHP ve yönetsel erkini elinde bulunduranlar, AKP’nin baskıcı tarzına karşı en azından yerel yönetimlerde bir “fark” yaratabilir, yaratmalıydı. İşçiye değil, yandaşa; hak arayana değil, istismarcıya karşı durmalıydı. Bazı büyük Şehirlerde bu kısmen başarıldı. Ama başta İstanbul zindana atılırken, İzmir’dekiler bunu yeterince kavrayamamış olduğu anlaşılıyor. Gelinen noktada emek meselesine değil, medya algısına yatırım yapan bir anlayış galip geliyor.
Sözün özü: Hak talebi şov değildir
Grev bir hak arama biçimidir. Şov değil, direniştir. Ve hak talebine “kırıcılıkla” yaklaşanlar, gün gelir kendi elleriyle kaybederler. CHP’nin İzmir’deki yönetenleri, bugünkü tutumuyla sadece işçilerle değil, ülkenin tamamındaki emekçilerle arasına duvar örüyor. Hem de kendi elleriyle. Hem de eldiven takarak. Ya da bu duvarın örülmesine alan açıyor! Oysa yapılması gereken basitti: Bütçe gerekçesini hükümete yöneltmek, krizin sebebini işçide değil, ekonomik çöküşte aramak; sendikal mücadeleyi itibarsızlaştırmak değil, hakkı teslim etmek varken! Bugün İzmir sokaklarını, aldıkları ücreti çok gördüğünüz eller temizliyor. Ama o eller, yarın sandığın yönünü de belirleyebilir. Ve o eller, her şeyden önce kendi onurunu temiz tutmak için direnişteydi. Çünkü şehirleri temizlemek bir “halk sağlığı” sorunudur. Profesörden, yüksek bürokrattan, bakandan, paşadan, müteahhitten, şirket patronlarından daha az kıymetli değildir. Bu bir toplumsal iş bölümüdür. Hiç kimsenin işi – ki hele de konu halk sağlığı ise – diğerinden değersiz değildir. Aksi düşünce bir ahlak ve insanlık sorunudur. Ve bu, “zorunlu açıklamalarla” geçiştirilemeyecek kadar haklı bir “hak, hukuk, adalet” konusudur. Bütün mesele, ilkesel olarak ona uygun davranmaktır; bu sizi demokrat yapar. Aksi halde, “Al birini vur ötekine” durumu doğar.