
Görünmeyen tüketim

Su, hayatın kendisi. Bu cümle o kadar çok tekrarlandı ki artık kulağımız alıştı, hatta belki de anlamı yitirildi. Ancak yaşadığımız çağda bu cümleye yeniden, daha dikkatli bakmak zorundayız. Çünkü kullandığımız su sadece musluktan akan, bardağımıza doldurduğumuz ya da duşta üzerimize dökülen su değil. Asıl mesele, gözümüzün görmediği ama her gün tonlarcasını tükettiğimiz gizli su: yani su ayak izimiz.
Bir fincan kahve içmek için yaklaşık 140 litre, bir pamuklu tişört üretmek için ortalama 2700 litre su harcanıyor. Bir hamburgerin arkasında yatan su miktarıysa neredeyse 2400 litre. Bu rakamların şaşırtıcı gelmesinin sebebi, suyu sadece fiziksel haliyle düşünmemiz. Oysa bir ürünün tarladan sofraya ya da fabrikadan vitrine uzanan yolculuğunda harcanan her damla, bizim de dolaylı su tüketimimizin bir parçası.
Su ayak izi yalnızca miktarı değil, aynı zamanda kaynağıyla da tanımlanıyor. Mavi su ayak izi, doğrudan kullanılan yer altı ve yüzey sularını ifade ederken; yeşil su ayak izi yağmur suyunu, gri su ayak izi ise bir üretim sürecinden çıkan kirliliği arıtmak için gereken suyu temsil ediyor. Dolayısıyla bir tekstil ürününün ya da bir gıda maddesinin çevresel etkisini hesaplarken yalnızca karbon ayak izine değil, su ayak izine de odaklanmak gerekiyor. Bu da bizi Türkiye’nin su gerçeğiyle yüzleştiriyor.
Dünyada kişi başı yenilenebilir su miktarı her yıl azalıyor. Türkiye'de bu miktar 1960’larda yıllık 4000 m³ seviyesindeyken bugün 1000–1500 m³ aralığında. Bu durum Türkiye’yi “su stresi altındaki ülkeler” kategorisine sokuyor. Üstelik bu stresin tek sebebi iklim değişikliği değil; tarımda ve sanayide hâlâ sürdürülen verimsiz su kullanımı bu baskıyı artırıyor. Türkiye’de suyun yaklaşık %74’ü tarımda, %15’i sanayide, %11’i ise evsel kullanımlarda harcanıyor. Ancak tarımda hâlâ vahşi sulama gibi yüksek kayıplara yol açan yöntemler tercih ediliyor. Oysa basınçlı sulama teknikleriyle bu kayıpların büyük ölçüde önüne geçilebilir. Aynı durum sanayi için de geçerli; pek çok fabrikada hâlâ atık sular geri kazanılmadan doğaya bırakılıyor.
Bir başka dikkat çekici konu ise suyun küresel ölçekte ticareti. Evet, artık sadece ürün değil, su da ithal ve ihraç ediliyor. Bir kilo soya fasulyesi üretimi için 1800 litre, bir kilo pirinç içinse yaklaşık 2500 litre su gerekiyor. Türkiye bu ürünleri ithal ettiğinde aslında bu suyu da ithal etmiş oluyor. Aynı şekilde ihraç ettiğimiz bir kilo domatesle, binlerce litre yerli suyumuz da başka ülkelere gönderiliyor. Buna “sanal su ticareti” diyoruz. Bu kavram, ülkelerin gıda, tarım ve sanayi politikalarında artık hesaba katılması gereken yeni bir parametre olarak öne çıkıyor.
Tüm bu tablo bireylerin hiçbir şey yapamayacağını düşündürebilir ama durum tam tersi. Elbette musluğu açık bırakmamak, duş süresini kısaltmak önemli ama asıl etki, tüketim tercihlerimizde saklı. Daha az su tüketen ürünleri tercih etmek, pamuk yerine daha az su isteyen alternatif tekstil hammaddelerini desteklemek, yerel ve mevsimsel gıdalara yönelmek gibi davranışlar su kaynaklarının korunmasında ciddi fark yaratabilir. Çünkü her tercihin bir gölgesi var ve o gölge suyla çiziliyor.
Sanayi tarafında da önemli adımlar atılmalı. Çevresel etki değerlendirme raporlarında su ayak izinin zorunlu hale gelmesi, yeşil finansman kriterlerinde su verimliliğinin bir parametre olarak tanımlanması ve işletmelerin su geri kazanım sistemlerine yönlendirilmesi bu konuda atılacak yapısal adımlardan bazıları. Belediyelerin, yerel yönetimlerin, özel sektörün ve kamunun iş birliğiyle bu görünmeyen tüketim ancak görünür hale getirilebilir.
Sonuçta su sadece bir kaynak değil, hayatın, tarımın, enerjinin ve ekosistemlerin taşıyıcısı. Su ayak izi kavramı, bize ne kadar tükettiğimizi değil, nasıl bir yaşam sürdüğümüzü gösteriyor. Her gün yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz şeylerle aslında bir nehir kadar suyu arkamızda bırakıyoruz. Bu yüzden her yudumda, her lokmada, her alışverişte durup bir düşünmeli: Gerçekten sadece bunu mu tüketiyorum, yoksa bir havzayı da beraberinde mi?