
Katliamın ekonomisi

Türkiye'de Çorum, Maraş, Sivas gibi öncesi ve sonrası katliamlar hâlâ tam olarak yüzleşilmemiş dosyalar olarak aramızda dolaşıyor. Faili belli, planı açık, sonuçları ağır bu olaylar ne bireysel nefretin ürünüydü ne de “kimliği belirsiz karanlık güçlerin” eseri. Bunlar, doğrudan doğruya sermaye egemenliğine dayalı devletin toplumu yeniden tasarlama araçlarıdır. Yani “sınıf savaşının” kanlı perdeleridir. Peki devletin bu tür şiddet olaylarındaki işleviyle sermaye sınıfı arasında nasıl bir bağ vardır? Sorular da tarihsel olayların görselliği üzerinden geçmiş dramatik olaylar olarak tartışmak toplumsal hafızayı karartmak ve kişilerin rollerini suçlarken asıl sorumluluğu olan sistemi aklamaktan öte bir şey değildir diye düşünenlerdenim.
Kim söylemiş bilmiyorum ama “Devlet, kapitalizmin siyasi bedenidir” tespiti sınıflı toplumlar da devletin tarifine en uygun özetin özeti en kısa analiz olduğunu düşünüyorum.
Kapitalist düzende özel mülkiyet, yani üretim araçlarının azınlık bir grubun elinde toplanması, yalnızca bir ekonomik tercih değil; toplumu biçimlendiren bir rejimin de adı. Bu sistemde devlet, görünüşte tarafsız bir hakem gibi sunulsa da, gerçekte sınıflar arası eşitsizliğin sürdürücüsüdür. Hani derler ya “bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde tahakküm aracı.” Kısaca mülk ve servet gücünü elinde bulunduran bir avuç sermaye sınıfın çıkarlarını diğer emekçi halk kitlelerine karşı koruyan kollayan örgütlü güçtür.
Devletin resmi yapısı —yani parlamento, bakanlıklar, güvenlik güçleri, bürokrasi— kapitalist üretim ilişkilerinin devamını sağlamak için organize olur. Yasalar ve kurallar bunun üzerine kurulur. Bu nedenle sınıfsal çelişkilerin derinleştiği her dönemde devlet, sermaye adına toplumu disipline eder. Kimi zaman grev yasaklarıyla, kimi zaman orantısız şiddetiyle, sürgünlerle ve kimi zaman da doğrudan katliamlarla…
Çorum Katliamının her yıldönümünde olduğu gibi çok farklı anmalar, değerlendirmeler, analizler yapılır. Bu iyidir. Hafızayı canlı tutar. Ama herkesin birleştiği nokta bir dönemin ezelden beri gelen ulusal ve uluslararası güç dengelerinin emekçi sınıfların lehine değişim ve dönüşüm süreçlerinde ne kadar karanlık odak varsa tam bir iş birliği içinde teyakkuza geçerler. Aslında1 Mayıs 1977, Maraş’ta, Sivas ’da Çorum’da da ve diğerlerinde de olan budur.
Devletin şiddetle ilişkisi
Türkiye’de 1960’lardan itibaren, ki öncesini unutmadan üretim ilişkilerinde ortaya çıkan endüstriyel değişimlere paralel olarak özellikle sol hareketlerin yükselişiyle birlikte, ulusal üretimden daha fazla ve adil pay talebi, demokratik temsiliyete katılım, yönetilmek değil, yönetime katılma arzusuna karşı devletin (sermayenin) güvenlik politikalarını "iç düşman" konsepti üzerinden yeniden şekillendirildi. Bu konsept, daha sonra hem gençlik hareklerini, sosyalistleri, işçi sınıfını "tehdit" olarak gören bir zihniyetin kurumsallaşmasına yol açtı. 68 kuşağının tasfiye süreçlerinde yaşananlar hala toplumsal vicdanı kanatmaya devam ediyor.
Çokça yazıldı çizildi. Belgeseller yapıldı. Mahkeme tutanaklarına geçti. Neredeyse her dakikası kayıt altına alındı. Bu olaylarda adı sık geçen kontrgerilla, Özel Harp Dairesi, MİT içindeki klikler, sivil paramiliter gibi yapılar, basın yayın propaganda güçleri, NATO'nun Soğuk Savaş dönemindeki “komünizmle mücadele” politikalarının Türkiye’ye dolaylı ya da direkt müdahalesi ve yönlendirmesi olduğu ortalıklara saçıldı. Yukarıda sayılan emperyalist güçlerin müdahalelerine ulusal devlet aygıtını yöneten “yerli ve milli” yapılar dur diyeceklerine, yaşasın “Tam Bağımsız Türkiye” diye karşı çıkanlara neden bu kadar düşman muamelesi yapmış olabilirlerdi? Cevabı: Türkiye ve Amerikan, Avrupalı şirketlerin Türkiye pazarında en büyük paya ortaklaşarak çökme anlaşmaları ve sözleşmeleri olamaz mıydı? Peki Devlet ne yapıyordu? Üç beş yerli sermayedarın geleceğini adına yabancı sermayeyi ülkeye getirerek ülkeyi müreffeh yapacakları propagandasıyla bu kirli işbirlikçiliğe bekçilik yapıyordu dersek çok abartmış olmayız? 24 Ocak 1980 kararları ile uygulamaya konulan neoliberal politikalar, işçi sınıfı ve demokratik hareketlerin direnişiyle karşılaşınca, çözüm “güç kullanmak” oldu. emperyalist dayatmacılığına direnen işçi sınıfı ve demokratik güçlerin bastırılması için faşist darbenin taşlarının döşenmesiydi. Dolayısıyla yerli yabancı sermaye güçleri kıyım ve katliamlardaki rol ve sorumlulukları kendini açık ediyordu.
Geriye ideolojik hegemonya olarak,Milliyetçi-Mukaddesatçı Blokun , demokratik muhalefete karşı harekete geçirilmesi vatan, millet, bayrak, din, iman üzerinden bilindik düşmanlık senaryolarını dört koldan işletildiğine hepimiz tanık olduk. "Kutsal düşman üretimi."
Türk-İslam sentezi üzerinden şekillenmiş, Alevilik, Kürtlük ve sosyalizm bu sentezin iç ve diş düşmanları olarak kodlanması işleri kolaylaştırırken, devletin bazı yapıları da bu ideolojik çerçeveyi bir güvenlik doktrinine dönüştürmesi kaçınılmazdı.
Alevi kimliğine saldırı: Alevilik sadece inançsal bir farklılık değil, tarihsel olarak da Osmanlı’dan beri mülk ve servet gücünden yoksun, tarihsel muhalif inanç değerleri nedeniyle dışlanmış, “gayrimeşru” ilan edilmiş bir inanç olarak görülmesi, sınıf olarak çıkar birliği içindeki Sünni ve diğer emekçi sınıfların arasına konan bariyerle böl yönet lanetli tarihsel kutuplaştırmanın bir aracıydı. Öte yandan Alevilerin devrimci hareketlerle yakınlaşması hem inanç hem siyasi bir tehdit olarak görülmesindendi.
12 Eylül 1980 darbesi, kendini "sağa da sola da karşı" gösterse de, öncesindeki şiddet ortamının büyük kısmı, sol ve muhalif kesimlere yönelmişti. Bu ortam, darbe sonrası geniş halk kesimlerinin “oh be, devlet geldi” diyecek kadar kaosun içine itilmesiyle sonuçlandı.
12 Eylül darbesini sonrası TİSK Başkanı Halit Narin, "Bugüne kadar onlar güldü, şimdi gülme sırası bizde" derken; Koç Holding’in kurucusu Vehbi Koç, dönemin yetkililerine "emrinize amadeyim" diye mektuplar yazıyordu. ABD Konsolosluğu, iş dünyasının darbeden "havaya uçacak kadar" memnun olduğunu bildiriyordu. CIA Türkiye Şefi Paul Henze’nin Başkan Carter’a “bizim çocuklar başardı” demesi boşuna değildi.
Suriye’de Alevi Katliamları, Uluslararası Sermayenin Açgözlülüğü. Önce Yık, Sonra yapmak İçin Sıraya Gir! Yağma ve Talandan Beslen. İşte size savaş ve toplumsal katliamların perde arkası! Mülk ve servet transferi. Çünkü, sermaye sessiz kalmaz, kâr hesabı yapar. Öncesinde Orta Anadolu şehirlerinde zayıf olan sağ partilerin, 12 Eylül 1980 Faşist Darbesi’nden bu yana sol ve ilerici güçlerin azınlığa düşürülmesi sonucu kent rantlarına çökenlerin bu günkü demokrasi ve laiklik karşıtı siyasal tek adam rejimine kaynak olması planlı değilse nedir?
Tarihsel olarak sermaye sınıfı, şiddetle arasına “etik” bir mesafe koymaz. Aksine, toplumsal korku, göç, etnik ya da mezhepsel bölünme, yeni rant alanları doğurur. İstanbul’da 6-7 Eylül olayları sonrası boşalan gayrimenkulleri kimler aldıysa; Çorum’da Maraş’ta..göç edenlerin mahalleleri kime kaldıysa, Suriye’nin yıkılmış şehirleri yeniden inşa edilirken ihaleleri kim topluyorsa, aynı sermaye yapıları bugün hâlâ iş başındadır.
Güncel riskler
Bir inşaat şirketi mezarlık üzerine AVM yaparken yas tutan, ağaç keserken itiraz eden köylü, boğazı tokluğuna çalıştırılan işçi, seçme ve seçilme hakkı için isyan edenleri istemezler; itaat eden, unutmuş bir toplum ister. Bu yüzden hafızaya düşmandırlar. Unutma, unutanlar kaybeder. 45.yılında Çorum’da ve tüm ecelsiz gidenleri saygıyla anıyorum.