
Topallayan sessizlikler

Nazım Hikmet daha çocukken, bir bayram sabahı için ayakkabı alınır ona.
Ama o zamanlar bugünkü gibi mağazalardan hazır ayakkabı almak yoktur.
Ayakkabıcıya gidilir, Nazım’ın ayağı bir kartona bastırılır, şekli çizilir ve bu karton kalıp olarak ustaya verilir.
O ayakkabının hayalini günlerce kurar küçük Nazım.
Simsiyah, bağcıklı, yepyeni ayakkabılar…
Bayramdan bir gün önce ayakkabılar gelir.
Kutusu bile başlı başına bir hazine gibidir onun için.
O gece onları giymez.
Kutuyu yatağının altına koyar, arada çıkarır, dokunur, koklar, bakar, kaldırır…
Uyuyamaz.
Sabah olduğunda, evdekiler Nazım’ı sandalyede otururken, ayakkabı kutusunu kucağında bulurlar.
Bayram sabahı ayakkabıyı babası giydirir.
Ama ayakkabı dardır.
Ayağını acıtır.
Babası “Sıkıyor mu?” diye sorduğunda ise, Nazım yutkunarak “Hayır,” der.
Çünkü o hayal, o heyecan, o kutu… geri dönmesin ister. Yenisinin gelmesi için zaman yoktur.
O bayram sabahı dişini sıkarak yürür.
Ayağının acısı, içindeki neşeye karışır.
Bir süre sonra topallamaya başlamıştır, soranlara “dizimi çarptım,” der.
Ve yıllar sonra, bu hatırayı anlatırken şu cümleyi kurar:
“Yaşam da dar ayakkabıyla yürümektir.”
---
Bu cümle bir çocukluk anısının ötesindedir.
Aslında hepimizin hayat hikâyesidir.
Çünkü büyüyünce biz de giyeriz o dar ayakkabıları.
Ayağımıza değil belki, ama ruhumuza sıkıştırırız onları.
Kimi zaman bir iş yeridir bu; sabredersin, belki bir gün fark edilir çaban diye beklersin.
Kimi zaman aile içindeki rollerdir… “Anne üzülmesin,” “Babam darılmasın,” “Çocuklar etkilenmesin…”
Arkadaşlıklar bozulmasın, ayıp olmasın ...
Kimi zaman toplumun sesi olur ayağındaki dar kalıp:
“Bu yaşta yapılır mı?”
“O meslek sana uygun değil.”
“Boşanmış mı? Vay…”
Kimi zaman başarı takıntısı, mükemmel görünme baskısı,
Kimi zaman sosyal medya olur, herkesin her şeyin yolundaymış gibi göründüğü bir dünyada kendini eksik hissedersin.
Kimi zaman susmak olur dar ayakkabı,
Söylemek ister ama söyleyemezsin.
“Boşver,” dersin, “idare edeyim,”
Ama gunun sonunda sen tükenirsin.
Ve zaman geçtikçe, suskunluğun senin zayıflığın sanılır.
Sen bastıkça içini, karşındaki bunu memnuniyet sanır.
Sustum çünkü kırılmasın istedim dersin, ama kırılan hep sen olursun.
Kendi canını yaka yaka yürürsün o dar yolda.
Ve en tehlikelisi: Buna alışırsın.
---
Sonra bir gün…
Bir küçücük olayda patlarsın.
Bardağın son damlası olur o gün yaşanan.
Kimi zaman bir bakış, kimi zaman bir “günaydın” demeyiş bile tetikleyebilir.
Ama aslında patlayan o gün yaşanan değildir.
Patlayan, içinde biriken sustuklarinin birikimidir.
Bir meteor gibi tepkin düşer ortama. Fay hattı kendini göstermiştir.
Kimse ne olduğunu anlamaz.
Küçücük bir konu, dev bir fırtınaya dönmustur artık. Ortaya karışık bir konu gelmiştir, hayırlı olsun.
Bu yüzden yerinde ve zamaninda konuşabilmek, en büyük güçtür.
Suskunluk her zaman erdem değildir.
Bazen de kendini yok saymaktır.
---
Hayat kısa.
Ayaklarınız yara olana kadar sabretmek zorunda değilsiniz.
Bir masa size iyi gelmiyorsa, kalkın.
Bir dost sürekli yüklüyorsa, anlatın.
Bir iş sizi tüketiyorsa, yeniden düşünün.
Bir ilişki sizi eksiltiyorsa, değerlendirmenin zamanıdır.
Kimseyi kırmadan, ama en önemlisi kendinizi de kırdırmadan.
Özellikle kıymet verdiklerimizle yüzleşmek, hatta bazen sadece “Ben kırıldım,” demek bile büyük cesaret ister.
Ama unutma…
Bir gün mutlaka dile gelir her susuş.
Ya gözyaşı olur, ya öfke, ya sessiz bir veda…
Ama gelir.
Nazım çocukken sustu.
Ama büyüyünce bize öğretti:
“Hayat, dar ayakkabıyla yürümek değildir.”
Hayat, ayağına uyan yolu seçebilme cesaretidir.
Kendine şu soruyu sor:
Sıkıyor mu?
Eğer cevabın “Evet”se…
O zaman yavaşça çıkar o ayakkabıyı.
Ve unutma:
Sen bu hayatta kendine iyi geleni giymeyi hak ediyorsun.