
İstanbul’da yüksek yapılar: Siluet mi kaos mu?

İstanbul’un tarihi silueti, zihinlerimize kazınmış bir imge barındırır .Ayasofya’nın kubbesi, Süleymaniye’nin minareleri, Galata Kulesi ve Haliç’e uzanan kıyı çizgileri. Bu manzara, yüzyıllardır ressamlara, şairlere, gezginlere ilham olageldi. Ama son 20–30 yıldır, kentin omurgasını saran kuleler bu silueti zorluyor. Örneğin Zeytinburnu’dan yükselen Onaltı Dokuz kuleleri, Süleymaniye minarelerini arka planda gölgeye itiyor.
Özellikle Fikirtepe üzerinden yürürken bu değişim yüreğimde yankı buluyor: eski alçak çatıların, kerpiç ev kalıntılarının ortasından ikiz kulelerin göğe uzanması içimi burkuyor. Bu mahallede eskiyle yeni, insanla yapı, gönül bağıyla rant arasındaki gerilim çıplak biçimde gözlemleniyor. Fikirtepe, İstanbul’un dikey mimariyle kaotik bir biçimde yüzleştiği bir laboratuvar hâline geldi. “Özel Proje Alanı” statüsüyle yüksek imar hakları tanındı; sonucu altyapı, yeşil alan dengesi ve nüfus yoğunluğu açısından büyük sarsıntı oldu. Şimdi, semtin fiziksel dokusu kadar demografik yapısı da dönüşüyor.
Bir başka çarpıcı örnek: Skyland İstanbul, yaklaşık 284 metre yüksekliğiyle kentin siluetine doğrudan müdahale ediyor. Bu tür yapılar, İstanbul’un modern kimliğini temsil etme iddiasında olabilir; ama şehirle, insanla kurdukları diyalog çoğu zaman zayıf kalıyor.
Kentte yüksek yapılar arasında yürürken sık sık şu soruyu soruyorum: “Modernleşme kutsanıyor; peki kimlik silüetin gölgesinde mi yok ediliyor?” Bu kavram yalnızca estetik meselesi değil, teknik bir kriz de barındırıyor: gölgeleme, rüzgâr tüneli etkisi, görsel karmaşa, yoğunluk baskısı… Betonarme sistemle yapılmış büyük gövdelerde verimlilik için esneklikten ödün verildiğini söylüyor uzmanlar. Yanlış seçilmiş cephe formları ise çevresine “görsel gürültü” yayıyor.
Ancak “silüet mi, kaos mu?” çatışması yalnızca yapı fiziğiyle açıklanamaz. Yüksek yapılar bazen kamusal alanları, yeşil dokuyu, mahalle kimliğini ranta kurban eder. Bir imar değişikliğiyle “kupon arsa”ya dönüşmüş yapı, semtin ruhuna doğrudan zarar verebilir. Öte yandan doğru tasarlanmış bir yüksek yapı - şehir aksıyla uyumlu, geçişli yüksekliklere sahip ve manzara eksenlerini gözeterek kurgulanmış -kent kimliğini tamamlayabilir.
Benim ideal senaryom şöyle: Öncelikle, İstanbul’un deniz kıyısından kritik bakış yönleri esas alınarak “siluet koruma hattı” belirlenmeli. Bu hattın dışındaki bölgelerde yükseklik imkânı tanınabilir; ama kademeli geçiş zorunluluğu koyulmalı, yükseldikçe yapı çevresiyle diyalog kurabilmeli. Cephe detayları, malzeme ve renk seçimi silueti yormamalı. Ve en önemlisi: projelerin planlanmasında mimar, kültür tarihçisi, şehir plancısı ve vatandaş mutlaka süreçlerin bir parçası olmalı.
İstanbul gibi derin tarihi birikime sahip kentlerde siluet koruma yaklaşımı kaçınılmazdır. Eleştiriyi salt “çok yapı olmasın” üzerinden değil; yapıların yeri, yoğunluğu, kitlesi ve görsel etkisi üzerinden somut kriterlerle tartışmalıyız. Böylece “silüet mi, kaos mu?” sorusuna vereceğimiz cevap şehrin ruhuyla, kimliğiyle, geleceğiyle kurduğumuz diyalog üzerinden şekillenir.
@mimarsinemezgiakbulut