Gerçeklerden Haberdar Olun
İstanbul
Kar yağışlı
1°
Ara

Doğu felsefesi diye bir şey var mı?

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Doğu felsefesi diye  bir şey var mı?

“Yunan felsefesi”, “İslam felsefesi”, “Hint felsefesi”… Bu ifadeleri neredeyse sorgulanamaz bir kesinlikle kullanıyoruz. Oysa tam da felsefenin kendisi, bu tür yerleşik kabulleri sorgulamakla başlar. Peki felsefe gerçekten evrensel bir düşünme biçimi midir, yoksa tarihsel olarak belirli bir kültürde ortaya çıkmış ve o kültüre ait bir akıl yürütme tarzı mıdır?

Burada hemen bir yanlış anlaşılmayı önlemek istiyorum. Bu yazıda ne felsefenin “daha iyi” olduğunu iddia ediyorum ne de doğu düşüncesinin daha “üstün” ya da daha “derin” olduğunu savunuyorum. Ortaya koymaya çalıştığım şey bir değer yargısı değil, farklı tarihsel dinamiklerin biçimlendirdiği düşünsel bir ayrımın tespitini yapıyorum sadece. Yani farklı düşünme biçimlerinden ve farklı zihinsel yönelimlerden söz ediyorum. Yazımda elbette bir karşılaştırma var ama kesinlikle iyi–kötü, doğru–yanlış ya da üstün–aşağı gibi ikilemler üzerinden kurulan hiyerarşik bir kıyaslama yok. Aksi halde, tam da eleştirdiğim indirgemeci bakışın içine ben düşmüş olurum. Öte yandan Doğu ve Batı ayrımı üzerinden bir genelleme yaptığımın farkındayım. Ancak buradaki amacım, kendi içlerinde bile son derece çeşitlenen bu karmaşık düşünce geleneklerini toptanlaştırmak ya da basitleştirmek değil, aralarındaki temel zihinsel yönelimi görünür kılmaktır.

Tarih boyunca insanlık mitlerle, dinlerle, sembollerle, sezgilerle düşünmüştür ve felsefe de bu düşünme yollarından sadece biridir. Diğer bir deyişle felsefe tek başına düşünmenin kendisi değil yollarından biridir. Sorgulayan, temellendiren, çelişki arayan ve kuşkuyu merkezine alan bir yol. Bu anlamda felsefe, tarihsel olarak Antik Yunan’da ortaya çıkmış özgül bir düşünme biçimidir.

Antik Yunan düşüncesini ayırt edici kılan şey, tanrıları ya da kutsalı tamamen reddetmesi değildir. Asıl fark, hakikatin kaynağını vahiyde ya da sezgide değil, aklın kendi faaliyetinde aramasıdır. “Bu böyledir çünkü Tanrı öyle buyurdu” yerine “bu böyledir, peki neden?” sorusu felsefenin başlangıç noktasıdır.

Doğu düşüncesi ise; ister Hint, ister Çin, ister İslam geleneği olsun, çoğu zaman başka bir hatta ilerler. Bu hatta sorgulamadan çok idrak, şüpheden çok kabullenme, çözümlemeden çok birliğe varma hedeflenir. Bu düşünce biçiminde hakikat insandan bağımsız olarak zaten vardır, yani hakikat verilidir. Asıl mesele onu inşa etmek değil, ona uyanmak ve bu durumu kabullenmektir. Bu nedenle bilgi, akılla kurulan bir yapıdan ziyade arınma, sezgi ve içsel deneyimle elde edilen bir hâl olarak düşünülür.

Bu ayrım, en berrak haliyle mistisizmde görünür. Doğu mistisizmi, İslam’daki karşılığıyla tasavvuf, hakikatin kavramlarla değil, deneyimle bilinebileceğini savunur. Aklın sınırları vardır ve hakikat bu sınırların ötesindedir. Dolayısıyla sorgu ve şüphe, nihai bir yöntem değil, aşılması hatta kurtulunması gereken geçici bir basamaktır. Kalıcı olan şüphe değil teslimiyettir.

Felsefe ile mistisizm arasındaki temel fark da burada ortaya çıkar. Felsefe için şüphe vazgeçilmezdir. Mistisizm içinse şüphe, nihai hedefe ulaşmadan önce geride bırakılması gereken bir durumdur. Felsefe mutlaklığı sorun yapıp tartışırken, mistisizm mutlak olana ulaşmayı amaçlar.

Bu noktada sıkça dile getirilen “Batı düşüncesi temelini Doğu’dan aldı” iddiasına da değinmek gerekir. Bu iddia kısmen doğrudur. Antik Yunan düşünürlerinin Mısır, Mezopotamya ve Pers kültürlerinden etkilendiği bilinir. Ancak burada belirleyici olan nereden ve neyin alındığı değil, alınanın neye dönüştürüldüğüdür. Batı, aldığı bu mirası mitolojik ya da kutsal bir çerçevede bırakmadı. Onu sorguladı, parçaladı ve yeniden inşa etti. Yani aldığı düşünceyi felsefeye dönüştürdü.

Benzer bir durum İslam dünyası için de geçerlidir. Antik Yunan metinleri Arapçaya çevrilmiş, korunmuş ve yüzyıllar boyunca okunmuştur. Bu, kuşkusuz büyük bir entelektüel katkıdır. Ancak bu düşünceler çoğu zaman felsefe olarak değil, doğu düşünme tarzına uyarlanarak yeniden yorumlanmıştır. Söz gelimi akıl, başlı başına bir otorite değil, ilahi bilginin ve vahyin hizmetinde bir araç olarak konumlandırılmıştır. Hatta yalnızca düşünceler değil, düşünürlerin isimleri bile bu dönüşümden payını almıştır. Nitekim Platon, İslam düşünce geleneğinde “Eflatun” adıyla anılmış ve bu yeni bağlam içinde dolaşıma girmiştir. 

Bu nedenle “İslam felsefesi” ya da “Hint felsefesi” gibi ifadeler, dikkatli kullanılmadığında yanıltıcı olabilir. Bu geleneklerde son derece derin, sofistike ve zengin düşünce sistemleri vardır, ancak bunlar çoğu zaman felsefeden ziyade mistik, teolojik veya kozmolojik yapılardır. Felsefenin ayırt edici özelliği olan radikal şüphe ve otorite tanımazlık, bu yapılarda ya tamamen reddedilir ya da kendine sınırlı bir alan bulur.

Kelimelerin etimolojisi bile bu farkı ele verir. Felsefe kelimesi “bilgelik sevgisi” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla filozof, kemale ermiş ve tamam olmuş bilgeliğin temsilcisi değildir. Felsefedeki bilgelik hiçbir zaman tamamlan(a)maz ve bilgiye de hiçbir zaman tamamen sahip olun(a)maz. Mistisizm ise sırra ermeyi ve hakikate ulaşmayı ima eder. Mistisizmde varılacak bir nokta ve erişilecek bir hakikat vardır.

Belki de bu yüzden felsefe sürekli bir arayış halindedir ve “huzursuzdur”. Tatmin etmez, rahatlatmaz, sığınak sunmaz. Doğu düşüncesi ise çoğu zaman anlam verir, teselli eder, insanı bir yere yerleştirir.

Başta söylediğim gibi derdim hangi düşünme biçim(ler)inin daha iyi olduğunu ya da üstün olduğunu saptamak asla değil. Asıl mesele, farklı düşünme biçimlerini birbirine karıştırmadan, her birini kendi bağlamı içinde anlayabilmektir. Zira her derin düşünce felsefe değildir. Felsefe bir hedefe varma, kemale erme ya da nirvanaya ulaşma vaadinde bulunmaz aksine, insanı yerleşik kabullerinden koparan, sürekli sorgulamaya zorlayan ve zihni uyanık tutan bir epistemik huzursuzluk halidir.



 

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *