Gerçeklerden Haberdar Olun
İstanbul
Açık
13°
Ara

Toplumun aynası: Çocuk suçlular

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:
Toplumun aynası: Çocuk  suçlular

Türkiye’de çocuk suçluluğu denildiğinde akla genellikle “yoldan çıkan”, “aile terbiyesi almamış” ya da “kötü arkadaş çevresine kapılmış” çocuklar gelir. Oysa bu bakış açısı, suçun yalnızca bireysel bir sapma olduğu varsayımına dayanır ve gerçeğin yalnızca küçük bir kısmını gösterir. Çünkü çocuk suçluluğu, bireysel bir bozulmanın değil, toplumsal düzenin bir yansımasıdır. 
Ülkemizde bu konu üzerine yapılan çalışmaların çoğu psikoloji ya da kriminoloji ekseninde şekillenmiştir. Çocuğun ruhsal gelişimi, ailesiyle kurduğu bağ, yaşadığı travmalar veya davranış bozuklukları incelenmiştir. Ancak bu yaklaşım, çocuk suçluluğunun sosyolojik köklerini çoğu zaman göz ardı etmiştir. Oysa bir çocuğun suça yönelmesi, yalnızca iç dünyasındaki kırılmalarla değil, içinde yaşadığı toplumun adaletsizlikleriyle de yakından ilişkilidir. 
Bugün Türkiye’nin büyük şehirlerinde çocukların suça sürüklenme oranı hızla artmaktadır.
Peki neden?
Çünkü bu çocukların büyük bir kısmı, yoksulluğun, işsizliğin ve sosyal dışlanmanın tam ortasında büyümektedir. 
Dizilerde, filmlerde ve sosyal medyada “emek ederek, çalışarak başarmak” değil, kolay yoldan para kazanmak övülmektedir. Üstelik bugün popüler olan dizilere baktığımızda, çocukların karşı karşıya kaldığı durumu açıkça görebiliyoruz: Eğitimli, çalışkan, dürüst profiller değil; kural tanımaz, hızlı kazanç peşinde koşan karakterler idealize ediliyor. Bu da çocukları “kolay hayat” ve “kolay kazanç” yanılsamasıyla suça itiyor. Medyanın bu etkisi görmezden gelinemeyecek kadar güçlüdür. 
Her köşe başında “kolay para kazanma” hikâyeleri anlatılırken, yapısal eşitsizlik suçu bireysel bir tercih olmaktan çıkarıyor; toplumsal bir hale getiriyor. 
Bir çocuğun suça karışması, aslında devletin, okulun, ailenin ve mahallenin birlikte çözmesi gereken sosyal bir sorundur. Çocukları “suçlu” olarak etiketlemek yerine, onları suça iten nedenleri anlamak gerekir. Sosyolojik açıdan bakıldığında; bozulmuş aile yapısı, göçle gelen uyum sorunları, gelir adaletsizliği, kentleşmenin getirdiği yalnızlık ve dijital dünyadaki şiddet kültürü bu tabloyu derinleştirmektedir. 
Mesele şu: Biz çocukları cezalandırarak değil, anlayarak topluma kazandırabiliriz. Her “suçlu çocuk” dosyasının satır aralarında bir yoksulluğun, bir ilgisizliğin, bir çaresizliğin hikâyesi gizlidir. Bu nedenle çocuk suçluluğuna yalnızca hukuk penceresinden değil; sosyoloji, eğitim ve sosyal politika perspektifinden de bakmak zorundayız. 
Toplum olarak unutmamamız gereken en önemli gerçek şudur:
Bir çocuk suç işliyorsa, bu onun değil, bizim eksikliğimizdir.
Çünkü her çocuk, içinde büyüdüğü toplumun aynasıdır — o aynada ne görüyorsak, aslında biz onu yetiştirmişizdir. 
Çocuk suçluluğu ile mücadele, yalnızca cezai sistemin değil, toplumun tüm kurumlarının ortak sorumluluğudur. 
Eğitim politikaları, fırsat eşitliği odaklı hale getirilmeli; her çocuğa sosyal destek, rehberlik ve psikolojik danışmanlık hizmeti sunulmalıdır.
Yerel yönetimler, risk altındaki bölgelerde çocuk merkezleri kurarak spor, sanat ve eğitim etkinlikleriyle çocuklara alternatif bir yaşam alanı oluşturmalıdır.
Medya kuruluşları, reyting uğruna şiddeti, kolay kazancı ve yasa dışı yaşam biçimlerini normalleştiren içeriklerden kaçınmalı; çocukların gelişimine katkı sağlayacak örnek hikâyelere yer vermelidir.
Sivil toplum kuruluşları, aile içi şiddet, yoksulluk ve eğitimsizlikle mücadelede daha aktif rol almalı; “suçlu çocuk” değil “destek bekleyen çocuk” bakışını topluma kazandırmalıdır.
Devlet, sosyal politikaları cezalandırma temelli değil, önleyici ve kapsayıcı bir perspektifle geliştirmelidir. 
Çünkü çocuk suçluluğu bir sonuçtur; asıl mesele, o sonucu doğuran nedenleri ortadan kaldırabilmektir. Bir çocuğun elleri suçla değil, umutla dolsun istiyorsak; önce biz yetişkinler, adaletin, eşitliğin ve merhametin toplumda yeniden yer bulmasını sağlamalıyız.

 

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *