
Hedonizm kıskacında kalan modern İnsan

Modern çağ, insanoğluna benzersiz kolaylıklar, konfor alanları ve sınırsız tüketim olanakları sundu. Ancak bu imkanların büyüsüne kapılan birey, zamanla kendi iç sesini, duygularını ve maneviyatını unutmaya başladı. Artık insanlar sabahın erken saatlerinde gözlerini telefon ekranlarıyla açıyor, geceyi yine yapay ışıklar altında, bir sonraki hedefin peşinde koşturarak kapatıyor. Sahip olma arzusu, daha çok kazanma tutkusu ve sosyal medyada görünür olma isteği modern insanı bir sarmala sokmuş durumda. Bu sarmalın adı: hedonizm.
Hedonizm, kökeni Antik Yunanca'ya dayanan bir kavramdır ve "zevk", "haz" ya da "keyif" anlamına gelir. Bu düşünce sistemine göre, insan yaşamının temel amacı haz almak ve acıdan mümkün olduğunca kaçınmaktır. Tarihsel süreçte çeşitli biçimlerde kendini gösteren hedonizm, özellikle günümüz modern hayatında daha görünür ve yaygın bir anlayış haline gelmiştir. Modern bireyin yaşam tercihleri ve tüketim alışkanlıkları, çoğu zaman bu haz merkezli yaklaşımın izlerini taşımaktadır.
Oysa hedonizm bir özgürlük değil, görünmez bir esaret haline geldi artık. İnsanlar haz peşinde koşarken yavaş yavaş kendilerinden uzaklaşıyor. Tüketim kültürü bireyin zihnine şu fısıltıyı sürekli tekrar ediyor: "Daha fazlasını al, daha gösterişlisini seç, daha görünür ol..." Sonuç mu? Hiç bitmeyen bir tatminsizlik, içsel huzursuzluk, psikolojik yorgunluk ve tükenmişlik sendromu…
Eskiden insanlar azla yetinmeyi, kanaatkâr olmayı bir erdem sayardı. Bugün ise yetinmek aşağılanıyor, sade yaşam hor görülüyor. Oysa gerçek mutluluğun eşya yığınlarında, marka logolarında, pahalı tatillerde ya da yapay ilişkilerde olmadığı her geçen gün daha da görünür hale geliyor. Modern tıp bedenimizin hastalıklarına çare buluyor belki ama ruhun yaralarını sarmakta yetersiz kalıyor. Çünkü o yaraların ilacı bir reçetede değil; bir içsel dönüşümde, bir fark edişte, bir durup soluklanabilmede gizli…
Ne yazık ki modern insan, bir kanadı eksik kuş gibi uçmaya çalışıyor. Maneviyatsız bir yaşamın yetersizliğini maddesel doyumla kapatmaya çalışıyor. Ama yetmiyor. Hiçbir eşyayla vicdanımızı susturamıyoruz. Hiçbir tatil, içimizdeki boşluğu dolduramıyor. Çünkü insan sadece etten kemikten değil; ruhtan, sezgiden ve değerlerden oluşur. Ve ruh susadığında, suyu plastik bir şişede değil; anlamda, sadelikte ve erdemde arar.
Artık durup düşünme zamanı gelmedi mi? Bu kadar hızın, bu kadar koşturmanın, bu kadar sahip olma çabasının bize ne kattığını ve neler götürdüğünü sorgulamak zorundayız. Doğaya kulak vermeliyiz yeniden. Toprağın kokusunu içimize çekmeli, sessizliğin kıymetini fark etmeli, doğayla değil kendimizle yarışmalıyız.
Sahip olmanın ötesinde bir yaşam mümkün. Erdemli, vicdanlı, sağduyulu bir yaşam… Paylaşmanın, şükretmenin, merhametin ve sadeliğin kıymetini bilen bir yaşam… Zenginliğin kasada değil kalpte ölçüldüğü, mutluluğun eşyada değil ilişkilerde saklandığı bir hayat…
Çünkü bazen durmak, insanın kendine yapacağı en büyük iyiliktir. Ve belki de bütün mesele, modern dünyanın gösterişli vitrinlerinden uzaklaşıp kendi iç vitrinimizi temizlemekte saklıdır.