
Siyasi aktör yetişmesinin önündeki engel: Nepotizm ve biat kültürü

Toplumların dönüşümüne yön verenler; fikir üreten, söz söyleyen ve eyleme geçen siyasi aktörlerdir. Ancak günümüz Türkiye’sinde bu aktörlerin sayısı giderek azalıyor. Neden mi? Çünkü siyasi aktörler, birer liyakat abidesi olarak değil; birilerinin yakını, akrabası, sadakatkârı olarak yükseliyor. Nepotizm ve biat kültürü, siyaseti hem çoraklaştırıyor hem de yozlaştırıyor.
Max Weber’in "patrimonyal yönetim" kavramı, bu durumu açıklamakta oldukça işlevseldir. Weber’e göre patrimonyal sistemlerde makamlar, ehliyete göre değil; kişisel sadakate göre dağıtılır. Yani önemli olan ne bildiğiniz değil, kimi tanıdığınız veya kime sadık olduğunuzdur. Bu yönetim tarzı, hem devlet kurumlarını hem de sivil toplum yapısını zamanla çürütür. Nitekim Türkiye'de siyaset sahnesine baktığımızda, milletvekillerinden belediye meclis üyelerine kadar birçok pozisyonda bu sadakat ilişkilerinin belirleyici olduğunu görmek zor değil.
Bugün bir siyasi partide yükselmek için akademik birikim, saha tecrübesi ya da toplumsal karşılık yeterli değil. Asıl önemli olan, “lider ne derse o olur” zihniyetine ne kadar sadık olduğunuz. Hannah Arendt’in “otoriterliğin sıradanlığı” kavramı burada devreye giriyor. Arendt’e göre bireyler, otoriteye körü körüne bağlandıklarında, düşünme yetilerini kaybederek itaat etmeyi bir fazilet sanırlar. İşte tam da bu yüzden, siyasette düşünen değil, emir alan bireyler çoğalıyor.
Gençlikten yetişmiş, üniversite mezunu, sahada çalışan, proje üreten bir gencin önü; üst düzey siyasetçilerin kuzeni ya da yeğeni olduğu için siyasete sonradan dâhil olan biri tarafından kolaylıkla kesilebiliyor. Çünkü biat kültürü, liyakati değil, sadakati ödüllendiriyor.
Pierre Bourdieu’nun "simgesel sermaye" kavramı da burada oldukça açıklayıcı. Bourdieu’ye göre insanlar; ekonomik değil, sembolik ilişkilerle de güç kazanır. Bir partinin liderine yakın olmak, bir genel merkezin “adamı” olarak tanınmak, kişinin siyasi sermayesini artırıyor. Oysa asıl siyasi sermaye, halkla kurulan ilişki, kamuoyundaki güven ve üretkenlik değil midir?
Ancak umut tükenmiş değil. Son yıllarda halkın bu yapay ilişkileri sorgulamaya başlaması, sosyal medyada ve çeşitli platformlarda "Neden hep aynı soyadları?", "Bu kişi hangi başarılarıyla aday gösterildi?" gibi soruların yükselmesi, toplumun artık bu çarpık ilişkilere tahammülünün azaldığını gösteriyor. Bu anlamda Antonio Gramsci'nin “aydın tanımı” yeniden hatırlanmalı: “Gerçek aydınlar, düzeni sorgulayan, halkı bilinçlendiren ve dönüşüm isteyenlerdir.”
Bugün Türkiye’nin her zamankinden daha fazla bağımsız düşünebilen, toplumsal sorumluluk duygusu yüksek, bilgiyle donanmış ve halkla temas hâlinde olan siyasi aktörlere ihtiyacı var. Bunun yolu ise açık: Nepotizmin yerine liyakati, biat kültürünün yerine katılımcı demokrasiyi koymak.
Unutmayalım, bir toplumun gerçek siyasetçileri halkın vicdanında yer ederek yükselir. Ve hiçbir siyaset, düşünen, üreten, sorgulayan bireyleri yok sayarak uzun süre ayakta kalamaz.