
Mutluluk ve mutsuzluk arasında

İnsanoğlu var olduğundan beri peşinde koştuğu iki büyük soruyla karşı karşıya: Nasıl mutlu olurum? ve Neden mutsuzum? Biri bir vaattir; gökyüzünde parıldayan bir yıldız gibi. Diğeri, bir gerçekliktir; yerin altındaki kömür karası gibi. Ne zaman mutluluktan söz etsek, içimizde bir kuşku belirir: Gerçekten mutluyum mu, yoksa sadece öyle mi görünmeye çalışıyorum?
Mutluluk, modern dünyanın en pahalı metaı haline geldi. Psikologlardan kişisel gelişim kitaplarına, sosyal medyadan reklamlara kadar her mecra, bize bir formül satıyor: “Şunu yap, böyle hisset.” Ama kimse bize şu sorunun cevabını tam olarak veremiyor: Mutluluk nedir?
Mutluluğun tanımı bir değişik
Aristoteles’e göre mutluluk, insanın erdemli bir yaşam sürmesidir. Kant için mutluluk, ahlaki bir ödevin ödülü değildir; sadece bir sonuçtur. Nietzsche’ye göre ise mutluluk, iradenin gücünden gelir, sürüden ayrılmaktan. Oysa bugünün insanı için mutluluk çoğu zaman basit bir “iyi hissetme” haline indirgenmiş durumda.
Instagram’da paylaşılan bir kahve fincanı, üç saniyelik bir kahkaha videosu, yeni alınmış bir ayakkabı ya da iki haftalık bir tatil… Bunlar birer “anı” olabilir, evet. Ancak mutluluk gibi karmaşık bir duygunun bu kadar anlık ifadelere indirgenmesi, uzun vadede bizi daha da yoksullaştırıyor. Çünkü bir şeyi ne kadar tüketirsen, onunla ilişkin o kadar yüzeysel hâle gelir.
Mutluluk, artık içsel bir yolculuk değil; dışsal bir performans oldu. Sanki bir mutluluk yarışındayız. Kim daha çok gülerse, kim daha çok paylaşırsa, kim daha parlak yaşarsa o kazanıyor gibi. Ama bu yarışın ne başlangıç çizgisi var ne de bir sonu.
Mutsuzluk daha mı dürüst?
Mutsuzluk, mutluluğun yokluğu değildir. Bazen fazla farkındalık, fazla düşünme ya da dünyayı fazla dert etme hâlidir. Bu yüzden mutsuzluk, düşüncenin ve farkındalığın bir işareti olarak da okunabilir. Elbette burada kronik depresyon ya da ruhsal rahatsızlıklardan bahsetmiyorum. Bahsettiğim daha çok, insanın yaşamla kurduğu içsel mücadeleyle ilgilidir.
Çünkü mutsuzluk, çoğu zaman insanın kendiyle karşılaştığı noktadır. Neyi sevmediğini, neyi istemediğini, kim olmak istemediğini sana mutsuzluk öğretir. Mutluluk gibi yaldızlı bir süsü yoktur ama dürüsttür. İnsan, mutsuzken daha çok düşünür, daha çok sorgular, daha çok arar. Ve bazen aramak, bulmaktan daha kıymetlidir.
Toplumsal bir baskı mutluluk
Modern çağın bireyi mutsuz olamaz. Çünkü mutsuzluk başarısızlıkla eş değer görülür. “Bir şeyleri yanlış yapıyor olmalısın” denir. Halbuki mutsuzluk da tıpkı mutluluk gibi yaşamın doğal bir parçasıdır. Bir çiçeğin solduğu gibi, bazen insan da solar. Ama biz, solmuş çiçekleri suçu gibi görmeye başladık. İnsanlara “moralsizsin, bozuksun, değişmelisin” diyoruz. Oysa belki de sadece dinlenmeye, içe dönmeye ya da bir şeyleri hazmetmeye ihtiyacı vardır.
Toplumsal sistem ise bunun tam tersini dayatıyor: “İyi hisset, iyi görün, iyi yaşa.” Bu yüzden mutsuz insanlar toplumdan gizleniyor. Mutsuzluk, bir ayıp gibi ya da bir başarısızlık işareti gibi saklanıyor. Halbuki içinden geçilen zor zamanlar, insanı olgunlaştıran, derinleştiren şeylerdir.
Mutluluğu tamamla
Mutluluk herkes için aynı şeyi ifade etmez. Kimisi için huzurlu bir aile, kimisi için başarı dolu bir kariyer, kimisi için sadece bir kediyle geçirilen sessiz bir gece… Bu yüzden mutluluğun evrensel bir tanımı yoktur. Her birey, kendi anlamını kendi oluşturmak zorundadır.
Bu noktada “anlam” kelimesi devreye girer. Viktor Frankl’in dediği gibi, insanın hayattaki temel motivasyonu “anlam bulmak”tır. Ve anlam bulduğu yerde, zorluklara karşı da daha dirençli olur. Yani mutluluk, anlamın bir yan ürünü olabilir. Ama anlamdan yoksun bir mutluluk arayışı, bizi sadece daha yorgun yapar.
Belki de bu yüzden büyük şehirlerde yaşayan milyonlarca insan, her şeye sahip olmasına rağmen mutsuz. Çünkü bu sahipliklerin arkasında bir anlam yok. Hayat sadece yapılacaklar listesine indirgenmiş: “Ev al, evlen, işe git, yüksel.” Ama “Neden?” sorusu eksik kalıyor.
Kendi sesinle barış
Mutlu olmanın ilk adımı, mutsuzluğu da kabullenmektir. Çünkü mutluluk, mutlak bir hâl değil, bir salınımdır. Bugün iyiyim, yarın kötü. Bir hafta sonra yeniden iyileşebilirim. Önemli olan bu dalgalanmalarla yaşamayı öğrenmektir. Direnmeden, bastırmadan, kaçmadan…
Kimi zaman hayat seni yorar, küstürür. Kaybedersin, üzülürsün, kırılırsın. Ve bazen en güzel mutluluklar, bu kırıklıkların ardından gelir. Çünkü kalbinin çatlak yerlerinden sızar ışık. O yüzden mutluluk, çoğu zaman bir sonuç değil; bir süreçtir.
O süreçte kendinle kalmayı başarabilirsen, işte o zaman gerçek mutluluğa bir adım daha yaklaşırsın. Dış sesleri susturabilir, içindeki sesi duyabilirsen… Kim ne derse desin, senin için neyin değerli olduğunu sadece sen bilebilirsin.
Kimi zaman bir akşam yemeği, kimi zaman bir şiir mırıldanması, kimi zaman sadece yanında olan bir insan… Belki de gerçek mutluluk, en sade olandır. Gösterişsiz. Sessiz. Derin.
Mutluluk ve mutsuzluk… İkisi de insana dair. İkisi de gerekli. Çünkü biri olmadan öteki olmaz. Tıpkı gece olmadan gündüz olmayacağı gibi. Önemli olan, bu iki hâl arasında denge kurabilmek. Ne birini ilahlaştırmak, ne diğerinden kaçmak…
Hayat bir gemi gibi. Bazen fırtınalı, bazen durgun. Ama her hâlinde sen kaptan olmalısın. O gemi batmasın diye uğraşmalı, hatta bazen sadece yüzdürmekle yetinmelisin. Çünkü her liman, bir başka hikâye. Her deniz, bir başka umut.
Ve belki de mutluluk, o geminin batmayacağını bilme hâlidir.