
Eğitim sisteminin sessiz çığlığı

Ülkemizde her yıl milyonlarca genç, hayatlarının belki de en belirleyici virajlarından birine giriyor: üniversite giriş sınavı. Ailelerin, okulların, öğretmenlerin ve sistemin üzerine yoğunlaştığı bu büyük yarışta göz ardı edilen bir gerçek var: Çocukların duyguları. Sınav kaygısı, heyecan, korku, gelecek belirsizliği ve bastırılmış hayaller… Bu karmaşık duygular yumağının ortasında çocuklarımız, yalnızca bir başarı hikâyesi yazmaya değil, aynı zamanda psikolojik olarak da hayatta kalmaya çalışıyor.
Her şey bir puan mı?
Eğitim sistemimizde üniversiteye giriş sınavı, yalnızca akademik bilgi düzeyini ölçmüyor; aynı zamanda dayanıklılığı, stresle başa çıkabilmeyi ve hatta aile baskısıyla mücadele edebilme becerisini de test ediyor. Sınavdan alınan bir puan, çoğu zaman yılların emeğini, hayalleri ve potansiyeli temsil ediyor. Ancak bu puanın ardında çoğu zaman görünmeyen ama hissedilen bir yük var: kaygı.
Sınav kaygısı, çocukların yalnızca başarılarını değil, ruh sağlıklarını da derinden etkileyen bir sorun. Uyku problemleri, konsantrasyon eksikliği, mide bulantısı, çarpıntı, ağlama nöbetleri… Tüm bunlar, sınav yaklaştıkça daha da görünür hale geliyor. Çünkü sistem, bu sınavı bir ‘kader anı’ olarak kurguluyor. Oysa hiçbir sınav, bir çocuğun tüm yaşamını belirleyemez.
Heyecan: Motivasyon mu tuzak mı?
Kaygının yanında bir de heyecan var. Başarı arzusu, geleceğe dair umutlar ve hedeflenen üniversite hayali, çocukları motive eden unsurlar. Fakat bu heyecan, çoğu zaman baskıya dönüşebiliyor. Özellikle “ailenin gururu olmak”, “bizi mahcup etme”, “komşunun çocuğu başardı, sen de yaparsın” gibi ifadeler, heyecanı adeta bir duvar gibi çocukların önüne koyuyor.
Bu noktada heyecanın bir tuzağa dönüşmemesi için çocuklara doğru mesajları vermek gerekiyor. Onları rekabetin içine çekmek değil, onların iç dünyasına dokunmak gerekiyor. Sınav süreci bir yarıştır ama bu yarışın birinci önceliği, ruh sağlığını korumaktır.
Ailelerin rolü: Destek mi baskı mı?
Sınav dönemlerinde ailelerin çocuklarına yaklaşımı hayati önem taşır. Destekleyici, anlayışlı ve sakin bir iletişim biçimi, çocuğun kaygısını azaltır. Ancak beklentilerle örülü bir dil, tam tersi etki yaratır. Çocuğun gözünde sınav, sadece akademik bir süreç olmaktan çıkar ve bir onay mekanizmasına dönüşür. Başarı, aile sevgisinin koşuluymuş gibi algılanır.
Anne babaların bu süreçte en büyük sorumluluğu, çocuklarına her durumda değerli olduklarını hissettirebilmektir. Sınavdan alınacak herhangi bir puan ne çocuklarının karakterini belirler, ne de onların insan olarak değerini. Çocuklar, sonuçtan bağımsız olarak sevildiklerini bilmelidir.
Ne yazık ki eğitim sistemimiz hâlâ sınav odaklı bir yapıya sahip. Öğrencilerin ilgi alanları, yetenekleri, yaratıcılıkları çoğu zaman ikinci plana atılıyor. Oysa çağdaş eğitim sistemlerinde bireysel farklılıklar dikkate alınarak kariyer planlamaları yapılır. Sadece bilgi değil, beceri de ölçülür. Bizdeyse bir sınavla hayatın geri kalanı şekillendiriliyor.
Üniversite sınavı gibi büyük bir eşik, elbette tamamen ortadan kaldırılamaz. Ancak bu sürecin çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisini azaltmak mümkündür. Rehberlik hizmetlerinin güçlendirilmesi, öğrencilere stresle başa çıkma yöntemlerinin öğretilmesi, sınavın hayatın sonu olmadığının anlatılması, süreci daha sağlıklı kılar.
Sonuç yerine bir çağrı
Bugün milyonlarca gencimiz, hayatlarının merkezine yerleştirilen bu sınavla boğuşuyor. Onların bir sınav sonucu kadar değerli olmadıklarını, başarıları kadar başarısızlıklarında da yanlarında olunması gerektiğini unutmamalıyız. Çocuklarımızın gözlerinde sınav günü endişe değil umut, korku değil cesaret, kaygı değil güven görmek istiyorsak, önce biz değişmeliyiz.
Çünkü çocuklarımız bir puan değil, birer insan. Ve hiçbir sınav, onların hayatındaki en büyük sınav olmamalı.