
TRT’nin kapısı kime açık?

Geçtiğimiz günlerde TRT Genel Müdürü Mehmet Zahid Sobacı’nın oyuncu Aybüke Pusat’a ilişkin sarf ettiği “Yaşam tarzına baksak TRT’nin kapısından giremezdi” açıklaması, yalnızca bir kişiye yönelik değil, çok daha geniş bir zihniyeti ifşa eden, kamu yayıncılığı anlayışımıza dair alarm zillerini çaldıran bir beyan oldu. Bir kamu yayıncısının başında bulunan bir yöneticinin, sanatçıyı mesleki başarıları ya da halktaki karşılığıyla değil de kişisel hayatı üzerinden yargılaması, Türkiye’de kültür-sanat politikalarının nasıl bir ideolojik filtreye tabi tutulduğunu net biçimde ortaya koyuyor.
TRT, yani Türkiye Radyo Televizyon Kurumu, Anayasa’ya göre tarafsız, bağımsız ve halkın her kesimine hitap eden bir kamu yayıncısı olmak zorunda. Yayın ilkelerinde çeşitlilik, çoğulculuk ve tarafsızlık gibi kavramlar sıkça vurgulanır. Ancak son yıllarda bu ilkelerin içinin giderek boşaldığını, TRT’nin bir devlet kanalından çok, belirli bir siyasi anlayışın uzantısı haline geldiğini görmek üzücü ama gerçek bir tespit.
***
Genel Müdür’ün açıklamasında geçen “yaşam tarzı” vurgusu, sanatçının mesleki niteliğinden ziyade kişisel hayatı üzerinden yargılandığını ortaya koyuyor. Bu anlayış, sanatçıları sadece belli kalıplara sokarak değerlendirmeyi ve ötekileştirmeyi beraberinde getiriyor. Oysa sanatın doğası özgürlükten, çeşitlilikten ve sınırları zorlamaktan beslenir. Kamu yayıncılığı ise bu çeşitliliği kapsamak, farklı yaşam tarzlarına eşit mesafede durmak ve onları görünür kılmak zorundadır.
Soru şu: TRT’nin kapısı kime açık? Oyunculuğuyla, emeğiyle, yeteneğiyle kendini kanıtlamış bir sanatçı sırf yaşam tarzı belli çevrelerin “makbul vatandaş” algısına uymuyor diye dışlanacaksa, bu kapı aslında halkın büyük bir bölümüne kapalı demektir. Oysa bu kurum, vergisini ödeyen her vatandaşın kanalıdır.
TRT, özellikle son on yılda diziler ve projeler üzerinden ideolojik bir dönüşüm yaşadı. Osmanlı nostaljisi, dini-milliyetçi temalar ve “milli kültür” vurgusu altında şekillenen yapımlar, farklı düşüncelere, inançlara veya hayat tarzlarına sahip bireyleri çoğu zaman ya görmezden geldi ya da karikatürize ederek sundu. Bu içerik politikası, Türkiye’nin sosyokültürel mozaiğini yansıtmak yerine, homojen bir kitle yaratmayı amaçladı.
***
Bu açıklama, aynı zamanda kamu kaynaklarının adil ve şeffaf kullanılmadığına dair yıllardır süregelen eleştirileri de güçlendiriyor. TRT, halkın vergileriyle finanse edilen bir kurumsa, sadece belli yaşam tarzlarını yansıtan yapımlarla değil, Türkiye’nin tüm renklerini ekranlara taşıyarak yayın yapmalıdır. Kamu yayıncılığı, iktidarın ideolojisini yansıtan bir propaganda aygıtı değil, toplumu bir araya getiren, farklılıkları buluşturan bir ortak zemin olmalıdır.
Aybüke Pusat örneği, buzdağının görünen yüzü. TRT’nin hem içerik politikası hem de yönetici söylemleri üzerinden yaşanan bu durum, sadece bir sanatçının değil, Türkiye’de farklı düşünen herkesin sistematik olarak dışlandığını gösteriyor. Bugün bir sanatçının “yaşam tarzı” üzerinden yargılandığı bir kurumda, yarın kimin “makbul” görülmeyeceği ise tamamen yönetenlerin keyfine kalmış durumda.
Bu sebeple bugün sormamız gereken sorular çok daha derin: Kamu yayıncılığı kimindir? TRT kimin sesi olmalıdır? Ve en önemlisi, demokrasi sadece sandıkla mı sınırlıdır, yoksa ekrandaki temsiliyetle de mi ilgilidir?
Unutulmamalı ki, gerçek bir kamu yayıncısı, sadece bir kesimin değil, tüm halkın sesidir.