İnançların, hikâyelerin ve seslerin şehrinde bir gezinti
İstanbul’u anlatırken nereden başlayacağını bilemez insan. Bu şehir bazen başlı başına bir tarih kitabı, bazen çok dilli bir dua, bazen de gökyüzüne karışan bir ezgi. Ancak onu gerçekten benzersiz kılan şey, yüzyıllardır yan yana duran inançların, ritüellerin ve kutsal mekânların hiçbir zaman birbirini gölgelememesi; aksine bu şehrin kültürel dokusuna ince ince işlenmiş birer desen hâline gelmesidir.
Bugün İstanbul’u ziyaret eden milyonlarca turistin adımlarının ilk uzandığı yerler, bu desenlerin en parlak örnekleri olan dini yapılar… Her biri bir inançtan fazlasını temsil eder: Bir çağın ruhunu, bir mimarın hayalini, bir halkın sesini…
Ayasofya, bunun en güçlü göstergesi. Bir binanın insanlık tarihinin farklı dönemlerinde hem kilise hem cami hem de müze olarak var olabilmesi, dünyanın çok az kentinde mümkün olurdu. Ayasofya’nın içinde dolaşırken sadece taşlara değil, zamana dokunursunuz. Mozaikler bir şey söyler, kubbenin gölgesi başka bir şey… Ve hepsi bu şehrin olağanüstü kültürel zenginliğinin üst üste binmiş katmanlarıdır.
Kıyıda, denize doğru eğilmiş gibi duran Sultanahmet Camii, şehrin en fotoğraflanan yüzüdür. Ama turistlerin onu bu kadar çekici bulmasının nedeni yalnız mimarisi değil; mavi çinilerin o dingin ışığı, içeri giren her adımın bir anda yavaşladığı o atmosferdir. Burası hem şehrin hem ziyaretçinin nefesini eşitleyen bir mekân gibidir.
İstanbul’un inanç mozaiği yalnızca Müslüman ya da Hristiyan gelenekleriyle sınırlı değildir. Balat sokaklarında yürürken karşınıza çıkan Ahrida Sinagogu, kentin Yahudi mirasının incelikli bir hatırlatıcısıdır. Aydınlatılan her şamdan, bu şehrin farklı inançlara sağladığı ev sahipliğinin sessiz bir belgesidir. Aynı bölgede, taş duvarların ardında yükselen Fener Rum Patrikhanesi, Bizans’tan bugüne uzanan ruhani bir omurga gibi durur.
Ve kuzeyde, Haliç’in başka bir kıyısında, sessiz bir vadi içinde Aya Yorgi Manastırı… Üstelik buraya çıkan yol adeta bir ritüel gibidir: Hafif bir yokuş, biraz rüzgâr, biraz dua… Dilek tutmak için gelen de vardır, yalnızca manzarayı görmek isteyen de. İstanbul, burada da inanç ile günlük hayatı birbirine karıştırır; ayrım çizgileri silinir.
Bu mekânlar yalnızca turistlerin fotoğraf çekip geçtiği yerler değil; İstanbul’un kimliğini taşıyan hafıza merkezleri aslında. Her biri bu şehrin hoşgörüsünü, çok kültürlülüğünü ve zaman tanımayan ruhunu temsil eder. Aynı gün içinde ezan sesiyle çan sesinin birbirine karıştığı bir şehirde yaşamanın nasıl bir ayrıcalık olduğunu, bu mekânların her birinin kapısından girince daha iyi hissedersiniz.
İstanbul, insanın ruhuna dokunan şehirlerden. Dini mekanlar ise bu dokunuşun en görünür yüzü… Kimisi göğe yükselen bir kubbe, kimisi dar bir sokakta saklanmış küçük bir şapel, kimisi ise yalnızca bir avlunun sessizliğiyle konuşur. Ama hepsi aynı şeyi hatırlatır: Bu şehir, yüzyıllardır farklı inançların misafir değil, ev sahibi olduğu bir yuva. Ve belki de İstanbul’u asıl benzersiz kılan tam da budur.