Habertürk dosyası
Son günlerde kamuoyunda “Habertürk dosyası” olarak anılan süreç, tekil bir adli soruşturmanın ötesinde, Türkiye’de medya–siyaset–güç ilişkilerinin nasıl algılandığını ve tartışıldığını yeniden gündeme taşıdı. Dosyanın içeriğine dair resmî bilgiler sınırlı olsa da, gazetecilerin, siyasetçilerin ve kanaat önderlerinin sosyal medya paylaşımları üzerinden şekillenen güçlü bir tartışma alanı oluştu. Bu alan, yalnızca hukuki bir süreci değil; medyanın kendi iç işleyişini, şeffaflık sorununu ve kamuoyunun bilgiyle kurduğu ilişkiyi de görünür kıldı.
Paylaşımların ortak özelliği, açık isim vermekten kaçınan fakat güçlü ima ve metaforlarla örülü bir anlatım dili kullanılmasıdır. Bu durum, hem yargı sürecine müdahale etmeme hassasiyetiyle hem de kamuoyuna “bildiğim ama söyleyemediğim şeyler var” mesajı verme isteğiyle açıklanabilir. Ancak tam da bu noktada, tartışmanın merkezine algı yönetimi ve medyada sorumluluk meselesi yerleşmektedir.
Bazı siyasetçi ve gazetecilerin paylaşımlarında, dosyanın yalnızca bireysel suç isnatlarıyla sınırlı olmadığı, aksine medya, bürokrasi, siyaset ve iş dünyası arasında kurulmuş daha geniş bir ilişki ağını ima ettiği görülmektedir. Bu paylaşımlarda dile getirilen “güç kullanımı”, “korunma”, “dokunulmazlık hissi” ve “referans zincirleri” gibi kavramlar, Türkiye’de geçmişte yaşanan benzer krizlerin hafızasını çağırmaktadır. Özellikle “Susurluk” benzetmesi etrafında şekillenen tartışma, olayın maddi boyutundan çok sistemsel bir bozulmaya işaret ettiği iddiasını öne çıkarmaktadır.
Gazeteci İsmail Saymaz’ın değerlendirmeleri bu noktada belirleyici bir çerçeve sunmaktadır. Saymaz, meseleyi doğrudan bir suç isnadı üzerinden değil; medyada güç ilişkilerinin nasıl kurulduğu, bu ilişkilerin nasıl görünmez kılındığı ve kriz anlarında nasıl bir sessizlik üretildiği üzerinden okumaktadır. Onun analizlerinde dikkat çeken unsur, dosyanın kendisinden çok, dosya etrafında oluşan reflekslerdir. Kimlerin konuştuğu, kimlerin sustuğu, hangi medya kuruluşlarının konuyu görmezden geldiği ya da yüzeysel geçtiği, bu sürecin en az adli boyutu kadar önemli bir veri olarak sunulmaktadır.
Bu çerçevede, Habertürk dosyası, bir medya kuruluşunun adının geçmesi nedeniyle ayrı bir sembolik anlam kazanmıştır. Medya, normal şartlarda denetleyen, sorgulayan ve hesap soran bir pozisyonda dururken; bu kez denetlenen konumuna yerleşmiştir. Bu tersine dönüş, kamuoyunda ciddi bir güven sorgulamasını beraberinde getirmiştir. Çünkü medya, başkalarına yönelttiği soruları kendisine yöneltmekte çoğu zaman isteksiz davranmaktadır.
Tartışmalarda sıkça vurgulanan bir diğer unsur, bilgi ile söylenti arasındaki sınırın bulanıklaşmasıdır. Resmî makamlar tarafından açıklanmamış detaylar, sosyal medya paylaşımları ve kulis bilgileri üzerinden dolaşıma girmekte; bu da kamuoyunda hızla çoğalan ama doğrulanması mümkün olmayan anlatılar üretmektedir. Bu noktada gazetecilerin kullandığı dil hayati önem taşımaktadır. İma ile kurulan cümleler, isim verilmese dahi belirli kişi veya çevreleri işaret edebilecek bir etki yaratmakta; bu da masumiyet karinesini zedeleme riski doğurmaktadır.
Öte yandan, bu suskunluk ve ima dili, bazı kesimler tarafından “üstü örtülen bir gerçek” algısını güçlendirmektedir. Yani bilgi verilmedikçe söylenti artmakta; söylenti arttıkça da kurumsal güven daha fazla aşınmaktadır. Bu paradoks, Habertürk dosyasını yalnızca hukuki değil, aynı zamanda iletişimsel bir kriz hâline getirmektedir.
Dosya etrafındaki tartışmalar, Türkiye’de medyanın iktidar, muhalefet ve bürokrasiyle kurduğu ilişkinin ne kadar kırılgan bir zeminde ilerlediğini de göstermektedir. Medya mensuplarının, güç merkezleriyle kurdukları yakınlıkların, kriz anlarında bir avantaja mı yoksa bir yüke mi dönüştüğü sorusu, bu süreçte yeniden sorulmaya başlanmıştır. Bazı paylaşımlarda dile getirilen “koruma” ve “arka çıkılma” iddiaları, henüz kanıtlanmış olgular değilse de, toplumun medyaya yönelik şüphelerini besleyen güçlü anlatılar üretmektedir.
Bu noktada altı çizilmesi gereken en önemli husus şudur: Bir olayın varlığı kadar, o olayın nasıl konuşulduğu da gerçektir. Habertürk dosyası hakkında henüz sınırlı bilgi olmasına rağmen, dosyanın etrafında örülen anlatı, Türkiye’de medya etiği, şeffaflık ve hesap verebilirlik konularında derin bir boşluk olduğunu göstermektedir. Gazetecilerin, “biliyorum ama söyleyemem” pozisyonu, kamuoyunda bilgelik değil; güvensizlik üretmektedir.
Sonuç olarak, Habertürk dosyası etrafında gelişen tartışmalar, tekil isimlerden veya olaylardan bağımsız olarak okunmalıdır. Bu süreç, Türkiye’de medyanın kendi kendini denetleme kapasitesinin ne kadar sınırlı olduğunu, kriz anlarında nasıl içe kapandığını ve kamuoyuna karşı sorumluluğunu nasıl ertelediğini göstermektedir. Yargı süreci elbette bağımsızdır ve herkes için masumiyet karinesi geçerlidir. Ancak medyanın sorumluluğu yalnızca yargı kararlarını beklemek değil; şeffaflığı, etik duruşu ve kendi iç hesaplaşmasını cesaretle ortaya koyabilmektir.
Habertürk dosyası kapanabilir, yargı süreci sonuçlanabilir. Ancak bu süreçte sorulmayan sorular ve tercih edilen sessizlik, Türkiye’de medyanın güvenilirliği üzerinde kalıcı bir iz bırakacaktır. Ve belki de asıl mesele, dosyada ne olduğu değil; dosya konuşulurken medyanın kendisi hakkında ne söylediğidir.