
Yolsuzluk operasyonları ve temel prensipler

Türkiye bir süredir ekonomi, hukuk ve siyaset alanlarında derin dönüşümler yaşıyor. Holdinglere yönelik operasyonlar, mal varlığına el konulması, suç örgütü iddiaları ve “kara para aklama”, “vergiden kaçınma”, “suç gelirlerinin aklanması” gibi suçlamalar üzerinden yürütülen geniş kapsamlı soruşturmalar sürüyor. Özellikle Can Holding’e yönelik başlatılan soruşturmalar kapsamında Habertürk’e el konulmasıyla dün Bilgi Üniversitesi Rektörü de gözaltına alındı.
Aynı zamanda “Temiz Eller” gibi kavramların siyasi söylemde ve uygulamada yeniden ön plana çıkması, Türkiye’de adalet, hesap verebilirlik ve kurumlar arasındaki dengeye dair beklentileri tetikliyor. Bu operasyonların işleyişini, meşruiyet kaynaklarını ve risklerini kurumsal ve siyasal çerçevede değerlendirerek; Türkiye’de yeni bir dönemin habercisi mi yoksa var olan bir mekanizmanın sertleştirilmiş türü mü olduğunu anlamaya çalışacağız.
Son dönemde öne çıkan bazı gelişmeler şöyle: CHP’li belediyeler ve Can Holding operasyonu. Küçükçekmece Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturmada 121 şirketin TMSF’ye devredilmesi, holding yöneticileri ve sahiplerine yönelik gözaltılar; “kaynağı belirsiz gelir”, “vergi kaçakçılığı” ve “suç örgütü” bağlamında iddialar söz konusuydu. Ayrıca “Temiz Eller” söylemi çerçevesinde yolsuzluk, rüşvet ve kamu kaynaklarının kötüye kullanılması gibi iddialarla CHP’li belediyelere dönük başlatılan soruşturmalar kamuoyunun dikkatini çekiyor. “Kent uzlaşısı” iddiaları, belediye meclisi listelerinin şekillendirilmesi, iş ve ihalelerin büyüklüğü, yerel yönetimlerde kaynak kullanımının denetimi bu bağlamda öne çıkıyor.
Financial Times başta olmak üzere bir dizi ulusal ve uluslararası medya kuruluşu, Türkiye’de yolsuzluk soruşturmaları gerekçesiyle “devlete devrolan” (kayyım veya kayyum atanmış) şirket sayısının bir yıl içinde yaklaşık 675’ten 1.056’ya çıktığını bildiriyor. Bu şirketler arasında medya kuruluşları, finans, enerji ve sanayi gibi stratejik sektörlerde faaliyet gösteren şirketler de bulunuyor.
Bu tür operasyonlar “adalet”, “hesap verebilirlik”, “yolsuzlukla mücadele” gibi evrensel ilkelere dayanabilirse meşruiyet kazanır. Soruşturmaların hukuki zemininin sağlamlığı, delil toplama süreçleri, savunma hakkı ve yargı bağımsızlığı gibi ilkeler ihlal edilmemelidir. Kayyum atamalarında ve mülkiyet devri süreçlerinde mahkeme kararlarının ve prosedürlerin şeffaflığı önemlidir. Kimse hukukun üstünde olmamalı, ancak hukukun da keyfî uygulanmaması gerekir. Suçlamaların ayrıntıları kamuoyuna açık, somut delillerle yapılmalı; genel ve belirsiz nitelikte suçlamalar meşruiyeti zayıflatır.
Operasyonlar siyaseten motive edici olarak algılanırsa, muhalefet partileri veya iş dünyasındaki rakipler hedefleniyorsa; söylemin ve pratiğin partisel bir yönü varsa bu durum eleştiri konusu olur. Çünkü kamuoyu “adalet” ile “iktidarın kontrolü” arasındaki ayrımı merak eder.
Medyanın rolü burada iki yönlüdür: Bir yandan bilgilendirme ve denetim, diğer yandan operasyonların politik ve etik sınırlarını tartışma. Medyanın bağımsızlığı, soruşturmaların toplumda gerçekten “adalet” olarak mı yoksa “gösteri hukukuna” dönüşme tehlikesi taşıyıp taşımadığı konusunda kritik bir faktördür.
Bu tür büyük ölçekli holding operasyonları ve CHP’li belediyelere yönelik yapılan “Temiz Eller” tarzı soruşturmaların uzun vadeli sonuç potansiyelleri hem olumlu hem de tehlikeli yönler taşıyor. Eğer suçlamalar somut, soruşturmalar adil ve yargı bağımsız bir şekilde işliyorsa, bu tür operasyonlar kamu kaynaklarının israfının önlenmesine, vatandaş güveninin güçlenmesine ve devlette hesap verebilirliğin artmasına katkı sağlayabilir.
Belediyeler ve holdingler, şirket sahipleri ve yöneticiler açısından finansal şeffaflık, uygun denetim mekanizmaları ve etik standartların yükseltilmesine yönelik baskı oluşturabilir. Ancak iş dünyası açısından belirsizlik ve keyfiyet algısı artarsa, yatırımcılar için riskler yükselir; sermaye kaçışı ve yabancı yatırımın azalması görülebilir. Aynı şekilde belediyelere olan güvensizlik artarsa, kamu ile vatandaş arasında bir güvensizlik oluşur. Operasyonların siyasi karşıtlık üzerinden yürütülmesi durumunda muhalefet ile iktidar arasındaki güven bağı daha da aşınabilir; toplumsal kutuplaşma artabilir. Eğer soruşturmalar şeffaf değilse ya da hukuki prosedür ihlalleri görülürse yurttaşlarda “hukukun üstünlüğü”ne dair inanç zayıflar. Bu durum uzun vadede demokratik kurumların meşruiyetine zarar verir.
“Temiz Eller” kavramı, İtalya’daki 1990’lardaki yolsuzluk soruşturmalarıyla özdeşleşmiş güçlü bir simgedir. Türkiye’de de bu tür bir söylem, kamuoyunda hem beklenti yaratıyor hem de eleştirel kuşkuları beraberinde getiriyor. Tarihsel olarak “Temiz Eller” operasyonlarının siyasi sistemi dönüştürücü gücü olmuştur. Yargısal süreçler, medya baskısı ve sivil toplum aracılığıyla denetim mekanizmaları insanlara bir umut hanesi sunmuştur. Ancak bu tür bir söylem sadece retorikten ibaret kalırsa, kısa vadeli siyasi ihtiyaçlara hizmet eden bir araç hâline gelebilir.
Gerçek temizlik, yalnızca suçluyu cezalandırmakla değil; hukuki güvenliği tesis etmek, keyfî uygulamaları ortadan kaldırmak ve kurumsal şeffaflığı sürekli kılmakla mümkündür.