
Okyanus ötesinden küresel deliliğin ve Orta Doğu’nun kırılma gecesi

Bir zamanlar dağların ardında, sisli vadilerin arasında, Mezra diye bir yer vardı. Orada insanlar azdı, ama hikâyeler çoktu. Her evin bir geçmişi vardı, ama hiçbir anlatı Mezra’nın güvenliğini sağlayan çoban köpeklerinin yazgısı kadar kanlı değildi.
Mezra halkı kendi hâlinde yaşardı. Koyunlarını otlatır, tarlasını işler, bağını bahçesini sular kendi kendine yeten büyük bir aile idi. Geceleri dışarıda beş köpeğin güvenliğin de uykuya teslim olurlardı. Fakat bir gün, tepelerin ardından iri bir kangal indi: Karabaş. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.
Karabaş yalnız gelmemişti. Yanında altı yedi iri yarı köpekten oluşan bir “ittifak” getirmişti. Onlar “NATO paydaşları” demek yanlış olmazdı. Sözde Mezra’yı “dış tehlikelere” karşı koruyacaklardı. Ama ne hikmetse, her defasında dışarıdan gelen değil, Mezra’nın kendi koruyucuları hedef alınıyordu. Ne zaman bir köpek sürüsünü korumaya kalksa, Karabaş’ın çetesi pusudan çıkar ya boğazını parçalar ya da iş göremez hâle getirirlerdi.
Kimi köy köpekleri boyun eğip bu çeteye katıldı. Kimisi korkudan kuyruğunu kıstırıp evine kapandı. Köylüler “Bunlar bizi koruyacaktı, neden kendi köpeklerimizi boğuyorlar?” diye sormaya bile cesaret edemediler. Karabaş ve çetesi bunu neden yapıyordu köylüler bir anlam veremiyor birleriyle sert tartışmalara tutuşuyorlardı. Vadinin yaşlısı herkesin sözünü kesti. “Karabaş bölge savaşı veriyor, bu vadi başta olmak üzere çevre köylerin meralarını kendi bölgeleri olarak teslim almaya çalışıyorlar” dedi. Köpekler ve bazı yırtıcı hayvan bunu yaparmış!
Vadide yalnız ve dirençli bir ev vardı. Evin reisi, yaşadığı her şeye sabırla katlanır, sürüsü, ev halkı adına endişe eder, tetikte beklerdi. Bu evin artık hiç koruyucusu kalmamıştı. Sonunda uzak bir dağ yamacındaki köyden, soyca güçlü, özgür ruhlu bir canlı geldi. Adı Zeldi. Ne köpekti ne kurt. Kendi gibi biriydi: kendi iradesiyle hareket eden, boyun eğmeyen bir gölge gibi.
Zel başta sessizdi, yalnızca izledi. Ama Karabaş’ın çetesi, yeni bir sesin yankılandığını duyar duymaz pususunu kurdu. Plan basitti: Birini yem olarak kullan, sonra hepsiyle çullan, işi bitir. Zel saldırıya uğradığında, bunun bir tuzak olduğunu anladı ama çok geçti. Direndi, iz bıraktı, kan kustu ama sonunda Karabaş geldi, son darbeyi indirdi.
Evin reisi olan yaşlı adam, o günü unutamadı. Bastonunu bırakıp tüfeğini aldı. Karabaş’ı kafasının ortasından vurdu. Yaşlı adam çok üzülmüştü yaptığına ama savunma hakkı galip geldi. Kangal’ın sahibi yıllarca küs kaldı. Sonunda bir koyun verilip barış sağlandı. Fakat artık hiçbir şey eskisi gibi değildi.
Çevre köyler, Karabaş’ın gidişine sevindi. Yeni koruyucular getirildi, her köy sürüsünün güvenliğini yeniden kurdular. Ama “güvenlik” denen şey, artık bir efsaneye dönüşmüştü. Her zaman her şey olabilirdi!
Geçtiğimiz sabah İran’ın üzerine B-2 bombardıman uçaklarının indiği haberini aldığımda, çocukluğumun o anılarını hatırladım. Belki de İran’daki füze yıkımın da, sabah uykusundaki bir çocuğu, bebeğini emziren bir anneyi, sabah duasını eden yaşlı bir dedeyi vurduklarını düşünerek içim burkuldu. İnsanlık adına hem utançtı hem dehşet!
Çünkü dün gece Orta Doğu’da, bir başka Karabaş olayı yaşandı. İsrail, yıllardır sürdürdüğü tasmalı terörü İran’a taşıdı. Filistin’den sonra Suriye’yi, Lübnan’ı, Yemen’i yakmıştı. Bu kez sıra İran’daydı. Ama bu defa beklenmedik bir şey oldu: İran geri vurdu.
Öyle usulen, sembolik değil… Açık, doğrudan ve caydırıcı. Uluslararası hukuk buna " savunma hakkı diyordu. Tel Aviv sabaha karşı düşen füzelerin sesine uyandı. Sığınaklara kaçışan bakanlar, yerle bir olan askeri üsler, aniden kararan hava savunmaları…
Ve tasmayı tutan efendi, yani Amerika, paniğe kapıldı. B-2 hayaletleriyle sabahın ilk saatlerinde "Karabaşlık” görevini yerine getirdi. Adına “misilleme” dediler. Ama herkes biliyor: Bu artık doğrudan bir savaş ve yok etme üzerine kurulu bir yıkım operasyonu idi. ABD bunu niçin yapıyordu? Karabaş’ın bütün meraları kendi bölgesi ilan etmesi gibi ABD ve müttefikleri dünyanın sahibi gibi kendi çıkarına hizmet etmeyen herkesi, özellikle zayıflar üzerinden kanlı bir teslim alma küstahlığı olabilir miydi?
Karabaş şimdi arka bahçemizi ateşe verdi. Gerçek Artık Daha Karanlık. Bugün yaşananlar artık tek bir gerçeği değil, ölçüsüz bir yıkım çağını gösteriyor. Bu ne askeri bir hamle ne stratejik bir mesajdır. Bu, okyanus ötesinden gelen küresel bir deliliğin, halklara, doğaya ve geleceğe karşı yürüttüğü açık bir savaştır.
Nükleer tesisleri hedef almak, sadece İran halkına değil, tüm bölgenin çocuklarına, doğmamış bebeklerine, su kaynaklarına, toprağa, kuşa, kurda, yaşama kastetmektir. Bu saldırganlık artık “güvenlik” ya da “misilleme” kisvesiyle açıklanamaz. Çünkü bu, ne ahlak tanır ne hukuk. Bu, medeniyet sonrası çağın çıldırmış egemen aklıdır. Sözüm ona “uygar” devletlerin sessizliği, işbirlikçilerin zil takıp oynaması, BM’nin yine “endişe” dolu bir açıklama hazırlaması, bu suçu mazur gösteremez.
Artık açıkça bilmeliyiz: Ortadoğu halkları alternatifsiz değil, susturulmuşlardır. Ve bugün, bir nükleer tesise atılan her füze, aslında insanlığa fırlatılmıştır. Bu öykü, barışın ve eşit yaşamın düşmanı tüm militarist saldırganlıklara karşı insan onurunun sesidir.
Okuma metaforu:
Karabaş = İsrail’in siyonist yayılmacılığı ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki taşeron gücü
Karabaş’ın çetesi = ABD, AB (istisnalar hariç), NATO, Körfez işbirlikçileri
Zel = İran halkının savunma gücü, örgütsel birikimi ve onurlu yalnızlığı ( mollalardan bağımsız olarak)
Mezra = Ortadoğu’nun halkları ve tarihsel olarak bastırılmış özgürlük arayışları
Köpek tuzağı = “İnsan hakları” ve “demokrasi” adına başlatılan işgallerin metaforu
Yaşlı adam = Halk vicdanı ve kuşaklar arası hafızanın sesi