Gerçeklerden Haberdar Olun
İstanbul
Açık
11°
Ara

Kentlerdeki sessiz dönüşüm

YAYINLAMA:
Kentlerdeki sessiz dönüşüm

Yaşam, sabit kalmaz. Zaman aktıkça toplumlar değişir, kültürler evrilir, değerler dönüşür. Bazen bu dönüşüm fark edilmez bir sızı gibi yayılır hayatımıza; bazen de baş döndüren bir hızla köklü değişimleri beraberinde getirir. Bugün yaşadığımız toplumsal dönüşümler, özellikle kırsaldan kente göçle birlikte çok daha belirgin hale gelmiştir.

Türkiye’de 1950’li yıllarda başlayan iç göç dalgası, sadece coğrafi bir yer değiştirme değil, aynı zamanda zihinsel, kültürel ve ahlaki bir yeniden şekillenmenin kapısını araladı. Köyden kente taşınan insanlar sadece evlerini değil, aynı zamanda geleneklerini, dayanışmalarını, mahremiyet anlayışlarını ve kanaatkârlık gibi köklü değerlerini de geride bırakmak zorunda kaldılar. Kent, yeni bir hayat vadederken aslında birçok değerin erozyona uğradığı bir zemine dönüştü.

Kentleşmeyle birlikte artan nüfus, şehirleri cazibe merkezleri haline getirdi. Ama bu cazibenin ardında daha büyük bir plan vardı. Siyasetçiler ve ekonomik güç odakları, bu dönüşümü bir fırsata çevirdiler. Cazibeli şehirler inşa ederek, bu şehirlerde yaşamanın bir ayrıcalık olduğu fikrini topluma ustaca empoze ettiler. “Özgürlüklerin kenti” gibi tanımlamalarla bazı şehirler mitolojik bir kimliğe büründürülerek, kitlelerin aidiyet duyguları yönlendirildi.

Böylece taşranın sade, doğayla uyumlu yaşamı yerini beton yığınları arasında sıkışmış bir hayat formuna bıraktı. Doğal olan her şey yapaylaştırıldı. İnsanın doğayla ve kendiyle kurduğu organik bağ zayıfladı. Tüketim kültürü, bireyciliği parlatan vitrinler kurdu ve dayanışma kültürünün altını oymaya başladı. Kentli olmak, bir zamanlar anlam ifade eden “komşuluk”, “misafirlik”, “mahremiyet” gibi kavramların yerini, “rezidans güvenliği”, “sosyal mesafe” gibi yeni normlara bıraktı.

Kentlerin de bir ruhu, bir estetiği vardır. Şehir dediğimiz olgu, sadece betonarme yapılarla sınırlı değildir. Mimarisiyle, meydanlarıyla, sokak aralarındaki çocuk sesiyle yaşar ve anlam kazanır. Ne yazık ki bugün inşa ettiğimiz kentler, bu ruhtan ve estetikten uzak, yalnızca madde, kazanç ve çıkar odaklı bir anlayışla şekilleniyor. Binaların yükselme hızı, insan ilişkilerinin zayıflama hızıyla neredeyse eş zamanlı ilerliyor. Estetikten yoksun bu yapılar, aslında bizim kendimize ve doğaya olan saygımızın da bir aynasıdır. Ruhsuz şehirler, ruhu körelmiş bireyleri çoğaltır. Oysa şehir, insanı büyütmeli; insana kendini ve çevresini unutturmamalıdır.

Elbette değişim kötü değildir. Ancak sorun, bu değişimin yönünün ve hızının insanı ve doğayı yıpratan bir mahiyette olmasıdır. Bugün artık birçok kişi kent yaşamının sunduğu imkanlara rağmen, neden bu kadar yalnız, yorgun ve tatminsiz olduğunu sorguluyor. Zira değerlerin dönüşümü, sadece davranışları değil; duyguları, ilişkileri ve nihayetinde hayatın anlamını da dönüştürmüştür.

Bugün kentlerde beton yığınları arasında kaybolmuş insan, aslında sadece doğayı değil; ait olduğu kültürü, inancı, hayata dair umudunu da kaybetmiştir. Bu nedenle, dönüşümün yönünü tekrar insanı ve doğayı merkeze alacak şekilde sorgulamak ve bu hız çağında bir durup, nefes alacak alanlar oluşturmak zorundayız. Aksi takdirde, şehirlerin ışıkları altında gözden kaybolan tek şey değerlerimiz olmayacak; insanlığımız da sessizce çekip gidecek.

 

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *