
Yoksulluğun gölgesinde alışveriş çılgınlığı

Türkiye’de son yıllarda yüksek enflasyon, hayatın her alanında kendini hissettiren bir gerçeklik haline geldi. Gıda, kira, enerji ve sağlık gibi temel ihtiyaçların maliyetindeki artış, vatandaşların bütçelerini ciddi şekilde zorlamaktadır. Ancak ilginç bir çelişki, bu ekonomik baskıların tam ortasında gözlemleniyor: Alışveriş çılgınlığı.
Sürekli yükselen fiyatlara rağmen AVM’ler, online alışveriş platformları ve kampanya günleri birer tüketim şölenine dönüşüyor. Black Friday, 11.11 indirimleri ve yılbaşı kampanyaları gibi özel alışveriş günlerinde kredi kartı limitleri zorlanıyor, taksitler artırılıyor. Üstelik bu alışveriş eğilimi sadece üst gelir grubuna özgü değil; aksine, sosyo-ekonomik olarak alt seviyede yer alan bireyler de bu furyaya katılıyor. Burada, yoksulluk psikolojisinin getirdiği bir paradoks devreye giriyor: İhtiyaç ile arzunun iç içe geçtiği bir tüketim kültürü.
Psikolojik olarak yoksulluk, bireylerde bir “geri kalma” hissi oluşturuyor. Bu his, özellikle sosyal medya ve reklamlarla körüklenen “her şeyden haberdar olma ve her şeye sahip olma” algısıyla birleşiyor. İnsanlar, bir statü sembolü olarak görülen telefonları, kıyafetleri ya da yaşam tarzlarını kredi kartıyla, hatta borç alarak finanse etmeye çalışıyor. Ancak sonuç, bireysel ve aile düzeyinde finansal kriz oluyor.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) 2024 yılı verilerine göre, bireysel kredi kartı borçlanmaları geçen yıla oranla %37 artmış durumda. Daha çarpıcı olan ise, bu borçlanmaların büyük bir kısmının elektronik ürünler ve giyim gibi harcamalara yapılmış olması. Borçlanarak yapılan alışveriş, bireyleri maddi yıkıma sürüklerken, psikolojik yük de artıyor.
Bu tüketim kültürünün en büyük mağdurları, aile birliği içinde hareket eden düşük gelirli kesim oluyor. Borçların ödenememesi aile içi huzursuzluğu artırıyor, boşanma oranlarına bile yansıyor. Çocuklar ise bu sürecin sessiz tanıkları oluyor. Ebeveynler arasında yaşanan maddi tartışmalar, çocukların psikolojisine derin etkiler bırakıyor. Aynı zamanda, gençler arasında da “tüketimle var olma” anlayışı güçleniyor.
Bir başka çarpıcı boyut ise toplumsal ahlak anlayışındaki erozyon. Tüketim baskısı, insanların etik değerlerden uzaklaşmasına neden oluyor. Haksız kazanç, kredi kartı borcunu kapatmak için alınan yüksek faizli krediler ve hatta dolandırıcılık gibi etik dışı davranışlar artıyor.
Bu döngüyü kırmak için bireysel farkındalık kadar toplumsal önlemler de gerekiyor. Öncelikle, tüketim kültürünü körükleyen agresif reklam politikaları denetim altına alınmalı. Ekonomik eğitim programlarıyla halkın bilinçlendirilmesi sağlanabilir. Özellikle gençlere yönelik yaşam standartlarına uygun, ihtiyaca yönelik tüketim bilinci aşılanmalı, gösteriş ve lüks için borçlanmadan yaşamanın yolları öğretilmelidir.
Yerel yönetimlerin ve sivil toplum kuruluşlarının da bu süreçte etkin rol alması gerekiyor. Psikolojik destek hizmetleri, maddi zorluk yaşayan bireylere sadece ekonomik değil, aynı zamanda ruhsal destek sunabilir.
Sonuç olarak, yüksek enflasyonun oluşturduğu ekonomik daralmaya rağmen süregelen tüketim çılgınlığı, toplumda derin yaralar açıyor. Bu paradoksu çözmek için bireysel ve toplumsal farkındalığı artıracak adımlar atılmalı. Çünkü yoksulluğun meydana getirdiği sorunlar, yalnızca bireysel değil, geleceğimizin sorunu.