Avucumuza sığan dünya...
Bir zamanlar evden çıkarken cebimize anahtar, cüzdan ve belki bir de bozuk para koyardık. Hepsi bu kadardı. Şimdi ise hayatımızı koyuyoruz cebimize. Hafızamızı, işimizi, sevdiklerimizi, öfkemizi, sevincimizi… Adı basit: cep telefonu. Ama yükü ağır.
Cep telefonunun insan hayatına gerçek anlamda girişi 1990’lı yılları buldu. O yıllarda “cep” kelimesi biraz iddialıydı aslında. Tuğla gibi, ağır, pahalı ve herkese ait olmayan bir teknolojiden söz ediyorduk. Aramak için kullanılıyordu. Sadece aramak. Ne fotoğraf vardı ne mesajlaşma. Çekti mi çekmedi mi derdi vardı. Kontör diye bir kavram vardı mesela… Bitince konuşamazdın. O dönem cep telefonu, bir ihtiyaçtan çok statü göstergesiydi.
1990’ların sonuna doğru telefonlar küçüldü, ekranlar biraz daha netleşti. SMS hayatımıza girdi. “Kısa mesaj” denirdi adına. 160 karakterlik cümlelere koskoca duygular sığdırılırdı. “İyi geceler” mesajı almak için uykusuz kalan bir kuşak yetişti o yıllarda. Telefon, ilk kez insan ilişkilerinin merkezine doğru ilerlemeye başladı.
2000’li yıllar ise cep telefonunun karakter değiştirdiği dönem oldu. Artık sadece konuşan bir cihaz değildi. Kameralar eklendi. Önce düşük çözünürlüklü, sonra giderek netleşen… İnsanlar ilk kez anı biriktirmeye başladı. Fotoğraf albümleri dijitalleşti. Ardından zil sesleri, polifonik melodiler, MP3’ler derken telefon eğlence aracına dönüştü. Gençler için telefon, anne-babadan gizli bir dünya demekti.
Asıl kırılma noktası ise “akıllı telefon” kavramının hayatımıza girmesiyle yaşandı. Dokunmatik ekranlar, internet bağlantısı, uygulamalar… Telefon artık bir iletişim aracı olmaktan çıktı; küçük bir bilgisayara dönüştü. Sosyal medya bu noktada sahneye çıktı. Önce “arkadaş ekleme”, sonra “beğenme”, ardından “takip etme” kültürü. İnsanlar artık yaşadıklarını değil, paylaştıklarını yaşamaya başladı.
Gazetecilik de bundan nasibini aldı. Eskiden bir haber için sokağa çıkmak, insanlarla konuşmak, not almak, fotoğraf çekmek gerekiyordu. Şimdi cebindeki telefonla canlı yayın yapabiliyorsun. Bir olay, saniyeler içinde milyonlara ulaşabiliyor. Bu hız, büyük bir kolaylık sağladı ama beraberinde büyük bir sorumluluk da getirdi: Doğruluk.
Bugün geldiğimiz noktada cep telefonu, insanın neredeyse ayrılmaz bir uzvu haline geldi. Sabah uyanır uyanmaz ilk bakılan şey ekran. Gece uyumadan önce son bakılan şey yine ekran. Haber orada, iş orada, banka orada, aşk orada, kavga orada. Hatta yalnızlık bile orada. Aynı masada oturan insanlar birbirine değil, telefonuna bakıyor. Fiziksel olarak yakınız ama zihinsel olarak kilometrelerce uzağız.
Şu anki teknoloji, cep telefonunu yapay zekâ ile birleştirmiş durumda. Telefonlarımız artık bizi tanıyor. Ne izlediğimizi, ne okuduğumuzu, neyi sevip neye sinirlendiğimizi biliyor. Sesimizden ruh halimizi ölçebilen, fotoğraflarımızı düzenleyen, yazılarımızı düzelten bir akıl taşıyoruz cebimizde. Kolaylaştırıyor mu hayatı? Evet. Ama sadeleştiriyor mu? İşte orası tartışmalı.
Cep telefonu, insan hayatına hız kattı ama sabrı azalttı. İletişimi artırdı ama derinliği azalttı. Bilgiye ulaşımı kolaylaştırdı ama bilginin değerini düşürdü. Her şey var ama hiçbir şey tam değil artık.
Belki de mesele cep telefonunda değil. Mesele, onu nasıl kullandığımızda. Bir araca mı sahibiz, yoksa araç mı bize sahip? Bunu hâlâ netleştirebilmiş değiliz.
Avucumuza sığan bu dünya, bize büyük imkânlar sundu. Ama aynı zamanda küçük mutlulukları da unutturdu. Göz göze konuşmayı, sessizliği, beklemeyi…
Ve belki de en acısı şu: Şarjımız bitince değil, biz tükenince fark ediyoruz.