Eskiden bir dere vardı…
Sesi vardı. Berraklığı vardı. Bereketi vardı.
Balığı vardı, kamışı vardı, oltacısı vardı, çocuğu vardı…
Şimdi gidin Karasu’ya bakın.
Kördere’ye, Katırca'ya gidin, bir durun, bir dinleyin…
Ne ses var, ne su var, ne hayat…
Çatalca’dan doğup Büyükçekmece’ye, oradan İstanbul’un musluğuna umut taşıyan o dere, bugün bir avuç suya mahkûm edilmiş durumda. Bir zamanlar yüz metreye yakın genişliğiyle coşan Karasu, bugün kimi yerde bir metreye sıkışmış, derinliği 20-30 santime düşmüş halde can çekişiyor.
Ve bu yalnızca bir dere değil; Bu, İstanbul’un boğazına kadar gelen susuzluğun ayak sesidir.
Bugün “kurumuş dere” diye baktığımız şey, yarın evimizde açtığımız musluktan akmayan sudur.
Bunu artık herkesin görmesi, hissetmesi gerekiyor.
Bir zamanlar o bölgelerde hafta sonu adım atacak yer bulunmazdı. Yüzlerce olta balıkçısı, aileler, çocuklar… Kimisi balık tutardı, kimisi piknik yapardı, kimisi sadece suyun sesine bakıp huzur bulurdu.
Bugün ise…
Ne balıkçı var,
Ne çocuk sesi var,
Ne de suyun o insanı rahatlatan uğultusu…
Bugün o bölgede bir sessizlik var.
Ama öyle böyle değil…
Tüyler ürperten bir sessizlik.
Vatandaş diyor ki; “1990’larda bile böyle kuraklık görmedik. O günden bu yana ilk kez böyle bir manzarayla karşı karşıyayız.”
Bu söz, öyle sıradan bir cümle değil.
Bu, aslında şehrin hafızasından gelen bir alarmdır.
Biz yıllardır ne konuştuk?
Baraj doluluk oranlarını…
Yüzde kaça düştü, yüzde kaça çıktı…
Ama kimse derelerin nabzını tutmadı.
Kimse “Bu şehir derelerden beslenir” demedi.
Kimse “Dere kurursa göl ölür” diye uyarmadı.
Şimdi uyarı, dere yataklarının içinden geliyor.
Kuruyarak bağırıyor dere:
“Ben bitiyorum, siz de hazır olun!”
Büyükçekmece Gölü’nü besleyen ana damar Karasu’dur.
O damar bugün tıkalıdır.
O damar kurumuştur.
O damar artık hayat taşımakta zorlanmaktadır.
Bu yalnızca bugünün değil, yarının da sorunudur.
Bugün hâlâ musluklarımızdan su akıyor diye rehavete kapılanlara bir sözüm var:
Bu şehir suyu barajdan değil, doğadan alır.
Doğa susarsa, baraj da susar.
Dere biterse, göl çekilir.
Göl çekilirse, musluk kurur.
Bu kadar net.
Bugün yaşadığımız şey bir “iklim krizi” başlığı değil yalnızca…
Bu; plansızlık, umursamazlık, hoyratlık ve yanlış su yönetiminin açık sonucudur.
Ormanlara beton döktük,
Derelerin yönünü değiştirdik,
Havzaları yapılaşmaya açtık,
Suyu tasarrufla değil, israfla kullandık.
Sonuç?
Karşımızda kuruyan dere yatakları…
Ve susuzlukla burun buruna gelmiş bir İstanbul.
Bakın bu bir siyasi mesele değil,
Bu bir polemik konusu hiç değil,
Bu doğrudan yaşam meselesidir.
Bugün Karasu kuruduysa,
Yarın Alibeyköy,
Öbür gün Terkos,
Sonra musluk…
Bu zinciri artık herkesin görmesi şart.
Yetkililer harekete geçmeli,
Havzalar korunmalı,
Dereler gözlemlenmeli,
Kaçak yapılar durdurulmalı,
Su yönetimi masa başında değil, sahada yapılmalı.
Vatandaş da şu gerçekle yüzleşmeli:
Su sınırsız değil.
Dere ebedi değil.
Göl sonsuz değil.
Bugün Karasu’ya bakan biri sadece çamur görmüyor.
Aslında geleceğini görüyor.
Bugün kuruyan dere, yarın susuz kalan ev demektir.
İşte bu yüzden mesele balıkçı meselesi değil,
Piknik meselesi değil,
Fotoğraf meselesi hiç değil…
Bu, İstanbul’un hayatta kalma meselesidir.
Ve ben açıkça söylüyorum:
Dereler kuruyorsa,
Şehir de yavaş yavaş kuruyor demektir.