 
                        Bu tren kaçmamalı
 
  Bir ülke, kendi vatandaşının dilini duymaktan korkarsa, o ülke büyüyemez.
Demokrasi, sadece sandıktan çıkan iradeyle ölçülmez. Gerçek demokrasi, herkesin kendini eşit şekilde ifade edebildiği bir düzenle mümkündür. Çünkü ifade özgürlüğü yalnızca fikirle değil, dille başlar. Bir insan, anadilinde konuşamıyor, öğrenemiyor ya da çocuklarına öğretemiyorsa, o ülkede özgürlük eksiktir.
Kürtçenin eğitim dili olması meselesi tam da bu eksikliği tamamlamaya yöneliktir. Bu talep, bölücülüğün değil; bütünleşmenin sesidir. Çünkü kimliğini koruyan birey, aidiyetini güçlendirir. Aidiyetini güçlendiren bir toplum da, devlete daha sıkı bağlarla sarılır. Devletin gücü, çeşitliliğini bastırmasında değil; onu güvence altına almasındadır.
Ne yazık ki bu konu yıllardır Türkiye siyasetinin en kısır tartışma başlıklarından biri hâline getirildi. Bir kesim meseleyi “bölünme” korkusuyla susturmak isterken, diğer kesim bunu bir “kimlik pazarlığına” dönüştürdü. Oysa ortada ne korkulacak bir bölünme ne de pazarlık konusu yapılacak bir kimlik vardır.
Ortada sadece bir hak vardır: İnsanın kendi diliyle yaşama hakkı.
Geçmişte, bu konuda önemli fırsatlar da doğdu. Barış süreci dâhil, birçok demokratik açılım denemesi yapıldı. Ancak ne yazık ki bu süreçler, kalıcı çözümler üretmeden sona erdi.
Dil, kültür ve kimlik meselesi, bir daha gündeme gelmemek üzere çözülmesi gerekirken, kısa vadeli politik çıkarların gölgesinde defalarca ertelendi.
Bugün geldiğimiz noktada, mesele çözülmek yerine ötelenmiş, ötelenirken de daha derin bir toplumsal kırılma yaratmıştır.
Oysa Türkiye, bu sorunu çok daha önce çözebilecek bir olgunluğa sahipti. Eğer o dönemlerde samimi bir irade gösterilebilseydi, bugün hâlâ aynı tartışmaları yapmıyor olacaktık. Bu ülkenin siyasal tarihi, “çözülebilecek meselelerin ertelendiği” bir tarih olarak kalmamalıdır.
Çünkü ertelenen her şey, bir sonraki nesle yük olarak döner.
Anayasal eşitlik, dille başlar. Bir dili diğerine üstün kılmak, yurttaşlık duygusunu zedeler. Türkiye, çok dilli, çok kültürlü bir coğrafyadır; bu bir zayıflık değil, tam tersine tarihsel bir zenginliktir. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken, artık şu gerçeği yüksek sesle konuşabilmeliyiz: Bir dili yasaklamak, bir halkı susturmak değil, ülkeyi fakirleştirmektir.
Kürtçenin resmi ve eğitim dili olması, kimsenin hakkını elinden almak değil; herkesin hakkını eşitlemektir. Çünkü dil, siyasetin değil, insanlığın konusudur.
Demokrasi de tam olarak budur:
Hiç kimsenin, kendi kimliğini gizlemek zorunda kalmadığı bir düzen.
Bugün bu tartışmayı büyütenler değil, susturmaya çalışanlar asıl korkuyu büyütmektedir.
Oysa korkuya değil, güvene ihtiyacımız var.
Güvene dayalı bir gelecek ise, her yurttaşın kendi diliyle konuşabildiği bir Türkiye’de mümkündür.
Bugün dünya hızla değişiyor. Jeopolitik dengeler, ekonomik ilişkiler, kültürel yapılar sürekli evriliyor. Küresel sistem, kırılgan ama aynı zamanda yeniden yapılanmaya açık.
İşte bu dönemeçte Türkiye’nin önünde yeni bir fırsat var.
Eğer biz bu kez aklı selimle hareket eder, geçmişin hatalarına düşmeden cesur bir demokratik reform iradesi gösterebilirsek, bu ülke sadece iç barışını değil, bölgesel gücünü de kalıcı hâle getirebilir.
Bu, bizim için belki de son şans.
Bu tren bir kez daha kaçmamalı.

 
                     
                                                                     
                                                                     
                                                                     
                                                                     
                                                                     
                                                                     
                                                                     
                                                                     
               
               
                     
                    