
Adaletin terazisi bozuldu

Türkiye, hukuk devleti iddiasını her geçen gün biraz daha yitiriyor. Son dönemde CHP’li belediyelere yönelik art arda gelen operasyonlar, sadece hukukun araçsallaştırıldığını değil, aynı zamanda muhalefetin kriminalize edilmeye çalışıldığını da açıkça gözler önüne seriyor. “Yolsuzlukla mücadele” kisvesi altında yürütülen bu girişimler, aslında siyasi bir tasfiyenin, sindirme politikasının parçası haline gelmiş durumda.
CHP’li belediyeler, özellikle son yerel seçimlerde halkın değişim talebinin sembolü haline geldi. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehirlerde iktidarın elinden yönetimi alan bu belediyeler, sosyal politikalarla, şeffaf yönetim anlayışıyla ve israfla mücadele uygulamalarıyla halk nezdinde ciddi bir destek kazandı. Ancak iktidarın bu yükselişe karşı verdiği cevap, demokratik yollarla yarışmak değil, yargı mekanizmasını devreye sokmak oldu.
Geçmişte AK Parti döneminde yaşanan ve belgeleriyle kamuoyuna yansıyan pek çok yolsuzluk dosyası ise bugün hâlâ yargının gündemine bile alınmış değil. 17-25 Aralık süreci, Reza Zarrab dosyası, Sayıştay raporlarına giren usulsüz harcamalar, devlet kaynaklarının iktidara yakın vakıflara aktarılması… Tüm bu örnekler, adeta unutturulmak isteniyor. Hukuk, sadece muhalefet için çalışıyor; iktidar mensupları için ise bir kalkan işlevi görüyor.
Örnek mi? Ankara'nın eski büyükşehir belediye başkanı Melih Gökçek. Yıllarca yönettiği belediyede, milyarlarca liralık şüpheli harcama ve usulsüzlük iddiaları basına ve raporlara yansıdı. Jet yakıtından dinozor heykellerine, protokol harcamalarından hiç yapılmayan projelere kadar geniş bir yelpazede kamu kaynaklarının hoyratça kullanıldığı belgelerle ortaya kondu. Ama bugüne kadar hakkında tek bir ciddi soruşturma başlatılmadı. Neden? Çünkü kendisi “bizden”.
Bu çifte standardın toplumdaki etkisi son derece yıkıcı. İnsanlar artık hukukun adalet dağıtacağına, mahkemelerin tarafsız olacağına inanmıyor. Demokrasiye dair umutlar törpüleniyor. İktidarın karşısında yer alan herkes potansiyel bir suçlu, iktidarla yan yana olan herkes ise dokunulmaz. Böyle bir sistemde adalet terazisi artık hassasiyetini kaybetmiş, siyasetin ağırlığı altında ezilmiş demektir.
Türkiye’de demokratik kurumlar birer birer etkisiz hale getiriliyor. Medya büyük ölçüde iktidarın kontrolünde, yargı siyasallaşmış, Meclis’in denetim gücü zayıflatılmış. Geriye halkın iradesiyle değişen belediyeler kalmıştı. Şimdi o irade de hedefte.
Ama unutmamak gerekir ki, halkın hafızası sanıldığı kadar kısa değildir. Seçmen, adalet duygusunu zedeleyen her uygulamayı not eder. Bugün belediyelere operasyonlarla diz çöktürmeye çalışan iktidar, yarın halkın vicdanında çok daha büyük bir yargılama ile karşı karşıya kalabilir.
Hukuk, bir gün herkese lazım olacak. Ve o gün geldiğinde, adaletin terazisini bozanların adil yargılanma talep edecek yüzü kalacak mı, asıl mesele budur.
Yalandan bayram!
Birkaç gün önce Basın Bayramı “kutlandı.”
Ancak gazeteciler için bu tarih artık bir bayramdan çok, meslek onurunun ayakta kalma mücadelesini hatırlatan bir gün haline geldi. Özgür basının, iktidar baskısı karşısında soluksuz bırakıldığı; sansürün, oto sansürün ve ekonomik kıskacın sıradanlaştığı bir ülkede hangi gazeteci neyi kutlayabilir?
1908’de, II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte sansür memurlarının gazetelerden çekildiği gün olarak anılır 24 Temmuz. Ne ironiktir ki, 116 yıl sonra Türkiye'de gazeteciler yine sansürle, yine baskıyla, yine yasaklarla boğuşuyor. Tek fark, artık sansür memurları resmi değil. Yerini patron baskısı, RTÜK tehditleri, Basın İlan Kurumu ambargoları ve yargı sopası aldı.
Bugün Türkiye’de gazeteci olmak, sadece mesleki bir kimlik değil; aynı zamanda bir risk, hatta bir tehdit unsuru olarak görülüyor. İktidarı eleştiren her haber, her yorum, potansiyel bir “terör propagandası” ya da “halkı kin ve düşmanlığa sevk etme” suçlamasına maruz kalabiliyor. Gazeteciler gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, yıllarca süren davalarla sindiriliyor. Her sabah “acaba bugün ne yazarsam başıma bir şey gelir mi?” kaygısıyla güne başlamak, bu ülkede gazeteciliğin rutini olmuş durumda.
Peki ya ekonomik boyutu? O da en az siyasi baskı kadar ağır. Türkiye’de bugün binlerce gazeteci ya işsiz ya da asgari ücretin bile altında bir maaşla hayatta kalma mücadelesi veriyor. Sendikalı olmak neredeyse lüks. Özlük hakları ise kâğıt üstünde bile yer bulmakta zorlanıyor. Dijital medya çağında, haber merkezleri küçülüyor; bir muhabir üç kişilik işi yapmak zorunda kalıyor. Emek sömürüsü artık sektörel değil, sistematik bir hale geldi.
Ana akım medya, iktidarın borazanı haline gelmişken, geriye kalan bağımsız gazetecilik ya sosyal medya platformlarında ya da birkaç cesur internet sitesinde yaşam mücadelesi veriyor. Onlar da sürekli erişim engelleri, dava tehditleri ve reklam ambargolarıyla boğuşuyor. Devletin reklam dağıtımındaki çifte standardı sayesinde, yandaş gazeteler tirajları düşse bile kaynak akışını sürdürüyor; bağımsız mecralar ise nefessiz bırakılıyor.
Bu koşullarda “Basın Bayramı”ndan söz etmek, açlık sınırında yaşayan bir işçiye lüks tatil broşürü uzatmak gibi. Gerçekle bağdaşmıyor. Bu bir bayram değil, bu bir mücadele günüdür. Gerçekleri yazma hakkı için, halkın haber alma hakkı için, mesleğin onuru için verilen bir direnişin simgesidir artık 24 Temmuz.
Ama hâlâ umudu diri tutanlar var. Her türlü baskıya rağmen doğruları yazmaktan vazgeçmeyen, tehditlere boyun eğmeyen, kalemini satmayan gazeteciler var. Onlar sayesinde bu meslek yaşıyor. Onlar sayesinde halk, karanlığın içinden bir parça aydınlık görebiliyor.
Bugün bayram değil. Ama belki bir gün, bu ülkede gazeteciler özgürce yazabildiğinde, halk haber alma hakkını özgürce kullanabildiğinde, işsizliğin değil basın özgürlüğünün konuşulduğu bir 24 Temmuz’da gerçekten bir “bayram” kutlanabilir.
O güne kadar 24 Temmuz, susturulamayan kalemlerin günü olarak kalacak.