
Tarihe saygı mı estetik müdahale mi?

İstanbul’un tarihî omurgasını oluşturan Fatih semti, her adımda geçmişin izlerini taşıyan bir açık hava müzesidir. Her sokakta, her kaldırım taşında bir medeniyetin izi, bir hikâyenin kalıntısı bulunur. Bu semt, yalnızca camileriyle, medreseleriyle değil; aynı zamanda mahalle kültürünü yaşatan çeşmeleri, sebilleri, hanları ve türbeleriyle de geçmişin bugüne uzanan bir aynasıdır. Ancak son zamanlarda yaşanan bazı gelişmeler, bu aynanın gittikçe buğulandığını ve yansıttığı tarihin silikleştiğini gösteriyor.
Geçtiğimiz günlerde bir “yenileme” haberi yankılandı. 400 yıllık tarihi çeşme olan Halil Çevgan Çeşmesi, Fatih Belediyesi tarafından restore edildi. İlk bakışta kulağa hoş geliyor, değil mi? “Restore edildi” ifadesi, çoğu zaman bir eserin yeniden hayat bulduğunu, zamanın yorgunluğundan arındırıldığını düşündürür. Ne var ki, bu kez işler biraz farklı ilerlemiş gibi.
***
Bir zamanlar taş işçiliğinin zarafetiyle, Osmanlı mimarisinin sükûnetini taşıyan bu çeşme, şimdi mermer parlaklığında, modern bir estetik anlayışla karşımızda. Çeşmenin eski haliyle yeni hali arasında öyle büyük bir fark var ki, “yenileme” kelimesi burada sanki pek yetersiz kalıyor. Daha doğrusu, bu durumda “yeniden yapım” demek daha isabetli olabilir.
Bir eserin tarihi niteliği, yalnızca yaşına ya da üzerinde yazan tarihe değil, onun taşıdığı ruh, doku, malzeme ve bağlama da bağlıdır. Taşlar arasında zamanın izleri, yüzeydeki çatlaklarda yüzyılların dokunuşu, yosunların sarktığı köşelerde geçmişin nefesi gizlidir. Ama yeni haliyle bu çeşme, tüm bu ruhu silip atmış görünüyor. Yerine pırıl pırıl, geometrik hatlara sahip, adeta bir AVM peyzajında yer alabilecek kadar ‘steril’ bir yapı konmuş. Belki daha simetrik, belki daha dayanıklı… Ama tarihî mi?
Bu noktada aklımıza ister istemez şu soru geliyor: Tarihi bir yapıyı restore ederken amacımız nedir? Onu zamanın ruhuna sadık kalarak geleceğe taşımak mı, yoksa çağdaş beğenilere uydurup görsel olarak ‘daha hoş’ hale getirmek mi? Eğer ikinci seçenek tercih ediliyorsa, o zaman bu yapılan iş tarihî koruma değil, bir tür ‘yeniden yorumlama’dır.
Restore etmek mi dönüştürmek mi?
Kültürel mirası korumak, yalnızca geçmişin izlerini bugüne taşımak değil; aynı zamanda bir hafızayı, bir sürekliliği sürdürmektir. Ancak son dönemde ülkemizde, restorasyon projelerinin pek çoğu ne yazık ki bu amaca hizmet etmekten uzak. Tarihi camilerin alçıyla sıvanan duvarları, taş köprülerin betonla kaplanmış kemerleri, ahşap konakların PVC doğramalarla modernize edilmiş cepheleri… Şimdi de bu 400 yıllık çeşme, aynı akıbete uğramış görünüyor.
Belediyeler genellikle bu tür projeleri kamuoyuna “hizmet” olarak sunar. “Yılların yorgunluğunu silip attık”, “Tarihi ayağa kaldırdık”, “Fatih’e yakışan bir düzenleme yaptık” gibi ifadelerle yapılan çalışmalar duyurulur. Ancak sorun da tam burada başlıyor. Tarihi eserler yorgunluk belirtisi gösterdiğinde, onu botoksa götürmek değil, şefkatle ve saygıyla onarmak gerekir. Parlatılmış yüzeyler, yüzyılların hikâyesini taşıyamaz.
Fatih Belediyesi, bu çalışmayı büyük bir hizmet olarak duyurmuş olabilir. Fakat yapılan müdahale, tarihi bir eserin restorasyonu değil; bir geçmişin silinmesidir. Çünkü restorasyon, yapının kimliğini koruyarak onu onarmak demektir. Bu çeşme artık 400 yıllık değil; 2025 model bir mimari objedir.
Sorumluluk kimde?
Bu noktada sorumluluğu yalnızca belediyeye yüklemek de yeterli değil. Kültürel mirasın korunması, sadece idari bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal bir bilinç meselesidir. Bugün sokaktan geçen çoğu insan, o çeşmenin eski halini hatırlamayacak. Yeni yapılan halini beğenebilirler. Çünkü biz, tarihi estetikle karıştırıyoruz. Oysa tarih, estetikten bağımsızdır. Estetik olan her zaman tarihî değildir; ama tarihî olan, her zaman bir değere sahiptir.
Koruma kurulları, akademisyenler, mimarlar, halk. Hepimiz bu sürecin bir parçasıyız. Bir yapının tarihî niteliğinin farkında olmadan yapılan her müdahale, aslında geçmişle bağımızı biraz daha zayıflatıyor.
Yenilenen bu çeşme artık eskisi gibi su vermiyor olabilir. Ama belki en büyük kaybımız, o taşlardan yükselen sessiz hikâyelerdir. Tarihi bir çeşmenin başında durup, onun yüzeyinde zamanın izlerini görememek, taşların arasındaki yosunları hissedememek, geçmişle kurduğumuz bağın kopmuş olduğunu gösterir. Bu bağ, öyle kolay kurulmaz, ama çok kolay kaybedilir.
Fatih’in çeşmesi artık yeni, parlak ve ‘göz alıcı’. Ama artık o çeşme, 400 yıllık değil. Bizler, sadece bir çeşmeyi değil; onunla birlikte bir dönemin hatırasını da kaybettik.