Hayat, kimi zaman rol aldığımız karakterlerle kesişir, kimi zaman da bize bambaşka yollar açar. Nehir Erdoğan, yıllardır ekranlarda farklı kimliklere hayat verse de kendi yolculuğunda daima doğallığı, dinginliği ve kendine özgü zarafetiyle dikkat çekiyor. Sanatın, insanın hem iç dünyasına hem de hayatına kattığı iyileştirici güce inanan oyuncu; bugün anneliği, üretmeyi, yaş almayı ve güzelliği yeniden tanımlıyor.
Nehir, sizi yıllardır çok farklı karakterlerle izliyoruz. Bunca yıl, sizi en iyi tanıtan rol hangisi oldu?
Yer aldığım projelerde bugüne kadar canlandırdığım tüm kız kardeşlerim, yıllar içinde benim için birer nostalji imgesi olmaktan ziyâde ete kemiğe büründüler. Hepsi hâlâ içimde bir yerlerdeler ve biliyorum ki hayatta, gerçekte de yaşıyorlar: Bir karşılıkları var. Duyguları, acıları, mücadeleleri, neşeleri… Hiçbirini unutmam ve birbirinden ayırmam, ayıramam… Son dönemde oynadığım Melek, Julia ya da Ocak 2026’da HBO Max platformunda gösterime girecek olan Mira, biraz daha olgun yaşımın -benim de en azından 35’i devirdikten sonra, hayatı biraz daha anlayarak yaşamaya başladığım yaşlarımın- kız kardeşleri… Ancak daha erken yaşlarımda buluştuğum Nazlı’ya, Asmin’e, Fadime’ye, Ebru’ya, Ece’ye baktığımda daha fazla merhamet hissediyorum bugün. Onları, onların yaşındayken oynadım. Bir yandan hayatımı kurma mücadelesi veriyordum, diğer yandan da Nazlı’nın hayâllerine yetişmeye çalışıyor, Fadime’nin gururundan ödün vermiyor, Ebru’nun Amerika kıtasında başından geçenler beni korkularımla yüzleştiriyor, Asmin’in acılarıyla pişiyordum belki de… Bu kadar uzun soluklu işlerde yer almak, bana hem oynadığım karakterlerle hem de izleyiciyle içli dışlı bir yaşam imkânı sundu… Kendi gözyaşlarım onların yüreklerinden aktı, onların neşeleri günümü kurtardı ya da izleyicinin sevgisi ve koruyuculuğu beni şekillendirdi… O küçücük yaşlarında hayâllerine, özgürlüklerine kavuşma mücadeleleri, tüm geleneksel kıskaçlar ve modern hayat kakafonileri arasında öz ruhlarına kavuşma arzuları, gördüğümüz, deneyimlediğimiz ve soluduğumuz çağda bana hiç yabancı gelmiyor hâlâ… Üstelik giderek zorlaşan biçimde kadınlarımız, kızlarımız “kendileri olma”, “bir birey olma” hakları için çok fazla bedel ödemek zorundalar. Maalesef gerçek hayatta çoğu hikâye de dizilerdeki gibi mutlu sonla bitmiyor. Bu sebeple canlandırdığım tüm karakterlerin kendi özgül ağırlıklarını kendimde de hissediyorum ve hiçbirini birbirinden bu bağlamda ayırt etmiyorum.
“Yabancı Damat”tan bugüne izleyiciler, hem oyuncu hem insan olarak sizden hiç vazgeçmedi. Hep çok sevilen bir isim oldunuz. Bunu neye borçlusunuz?
Ben de onlardan vazgeçmedim… :)) Şaka bir yana seyirciyle aramızdaki bağı ben de çok seviyorum. Birbirimizi hissetmeyi hep sürdürmek istiyorum. Onların sevgisine de,koruyuculuklarına da minnettârım… İyi ki içinde yer aldığım işler aracılığıyla beni her hafta evlerine, salonlarının tam ortasına konuk ettiler. İlk gençlik yıllarında tanınmanın zorlu yönlerini yaşamış olsam da bugün böyle bir hayatım olduğu için -milyonlarca izleyicinin duygularıyla, hisleriyle yoğrularak bir hayat çizdiğim için- mutlu hissediyorum. Aslında tam da şimdi bu soruyu yanıtlarken, çok sevdiğim, her zaman çok özleyeceğim sevgili (rahmetli demeye hâlâ dilim varmıyor) Türker Abi’yi, Türker İnanoğlu’nu da yâd etmeli… Yabancı Damat’tan îtibâren oynadığım çoğu iş, Türker İnanoğlu (Erler Film) yapımcılığında gerçekleşti. Bizleri, bu vatanı, insanî duygularımızı çok iyi tanıyan, tanımaktan da öte çok seven bir babaydı o. Sektörde çoğumuz için de böyledir. Çoğumuza babalık etmiştir. Türker İnanoğlu’nun, nâm-ı diğer “Bay Sinema”nın yapımlarında yer almak, aslında beni Yeşilçam’ın nahifliğiyle de buluşturdu. Tabii izleyiciyi de aynı şekilde. Hayat yolculuğunda en çok varlıkta ya da yoklukta özümden kopmamaya, samîmîyeti ve iyi niyeti kaybetmemeye çalıştım… Kendimle en çok bunun için uğraştım. Canım yandı, neşeden havalara uçtum, çılgınca başarılarla havalandım ama şirazemin kaymaması için en çok kendime yüklendim. Yine de hayat bu… Elbette çokça hatâlarım da oldu. Yoruldum, kayboldum, düştüm, unuttum, kırıldım ama en çok da kırıcı bir insana dönüşmemek için çok uğraştım. Zaman zaman sevgili Ozan Önen’in “Babam Beni Şahdamarımdan Öptü” kitabında çok sevdiğim yazılarından birinde değindiği gibi “zarâfetin zayıflık sanılması” durumlarına mâruz kaldım, kalıyorum da. Ancak, gençliğin verdiği toyluklar törpülendikçe -ne olursa olsun, kim sana ne yaparsa yapsın- kendimden sorumlu olduğumu giderek daha iyi anladım… Ne yazık ki dünyada akıl almaz kötülüklere tanıklık ettiğimiz bir çağda, ülkemizde hâlâ sağduyulu, insanî, duyarlı, hoşgörülü, Anadolu’nun çok kıymetli değerlerini yüreklerinde taşıyan, sessiz ya da sesli büyük kalabalıklar olduğunu biliyor, görüyor ve hissediyorum. Benim de kendi küçük hayatımda iyi kalmak için çabam, izleyici tarafından görülüyorsa ne mutlu bana! Çünkü değişime ayak uydurmak önemli bir yetenek olsa bile değerlerinden vazgeçmemek, beceri, sabır ve iyi niyet ister.
Eğitime çok önem verdiğinizi biliyoruz. Öyle ki Paris’te, Sorbonne Üniversitesi’nde dil eğitimi alacak kadar. Peki sizce bir insanı entelektüel yapan şey bilgi birikimi mi, merak duygusu mu, yoksa hayatla kurduğu ilişki midir? Sizin bu entelektüel merakınızın çeşitliliği, oyunculuğunuza nasıl bir derinlik kattı?
Estağfurullah… Aslında öyle bir çağdayız ki bilgi elimizin altında. Sanırım benim yaşam motivasyonumda merak ve hep öğrenmeye devam etmek var. Buna mecburum gibi. Sıkılma güdümden ancak bu şekilde kurtarabiliyorum kendimi. Yani birbirimizin hayatını gözetlemek için aparatların bu kadar yaygın ve baskın olduğu bir dönemde, doğadaki ve yaşamdaki işe yarar bilginin peşine takılmak insana çok daha derin anlamlar katıyor. Üstelik bu, çok keyifli… Bu arada benim bildiğimiz anlamda eğitim hayatında o kadar büyük başarılarım yoktur aslında. Yani diplomalarla dolu bir evde yaşamıyorum ama diplomaya giden yolun kendisini çok seviyorum. Örneğin yıllar önce kazanıp bitiremediğim tezli yüksek lisansa af çıkınca geri döndüm ve canla başla derslere katılma, literatür tarama, makale okuma, ödevleri vaktinde teslim etme, sınavları iyi puanlarla geçme kısmında bulunsam da iş, okulu bitirmeye gelince süreci yine uzattım… Okumayı, araştırmayı gerçekten çok seviyorum. Sıkılmadan, söylenmeden saatlerce kitapların arasına dalabilirim ya da ziyâret ettiğim kentlerin müzelerini gezmeyi bitirmeden dönmem ama bir o kadar da insanları dinlemeyi çok severim. Sadece Batı ilminden, Avrupa seyahatlerinden ya da antik kent turlarından değil; kalpten kalbe görünmez yollardan da çok şey öğrenir insan. Örneğin, dillerin kökenlerini araştırmak çok keyifli gelir bana. Etimolojiye bayılırım. Bunun yanısıra tutkum olan denizden de çok şey öğrenirim. İstikrârlı merak, işe yarıyor. Sadece oyunculuktan bahsetmiyorum; bence ilgi duyduğunuz şeyler ve alanlar ne kadar genişse, bir şeyler öğrenmeye ve yeni şeyler keşfetmeye ne kadar istekliyseniz, hayatınız o denli derinleşiyor; yaptığınız iş her ne ise o da daha anlamlı ve keyifli bir hâle geliyor. Çünkü yaşamın satır aralarına dalmak güzel… Merak etmek çok güzel!
Ekranda güçlü kadınları canlandırıyorsunuz, peki kendi hayatınızda “güçlü olmak” sizin için ne ifâde ediyor?
Güçlü olmak ya da kendini güçlü hissetmek, tek başına pek bir şey ifâde etmiyor hayatta. En azından ben, kendi hayatımda bunu gördüm. Güçlü olduğunuz ya da hissettiğiniz derecede, merhametli, duyarlı, gerçekten ilgili ve sevgi dolu olabiliyorsanız, kendinize, etrâfınıza ve hayata karşı güçlü olmak, işte o zaman gerçekten sizin için bir şey ifâde etmeye başlıyor. Onun dışında güç, faydasız ve içi boş bir şey olmaktan öteye geçemez bence.
Sanatın iyileştirici bir tarafı olduğuna inanıyor musunuz? Bir rolün sizi iyileştirdiği ya da uyandırdığı bir ân oldu mu?
Sanatın hem iyileştiren hem de değiştirip dönüştürebilen bir yanı olduğunu düşünüyorum. Sadece oynadığım bir rol ya da oyunculuk sanatında değil; ayrıca resim, müzik, dans, edebiyat, heykel, mîmarî ve hattâ günümüzde dijital sanatlar. Hepsi insan ruhunu incelten, yücelten, iyileştiren şeyler. Sanata ne kadar yakın olursak hayatımız o kadar iyileşir ve güzelleşir.
Bildiğim kadarıyla bir dönem New York’ta, bir dönem de Paris’te yaşadınız. Yurt dışında yaşadığınız dönem, mesleğinize ve hayata bakışınıza nasıl etki etti? Farklı kültürlerde bulunmak bâzen âidiyet, bâzen de köksüzlük hissi yaratır. Siz bu iki duyguyu nasıl dengeliyorsunuz?
M.Ö 1.yy şâirlerinden Albius Tibullus’un çok sevdiğim bir cümlesi var. “Issız yerlerde kendin için evren ol,” diyor. Bu cümle, sadece yurtdışında yaşadığım yıllarda değil, hemen hemen her yerde aklıma düşmüştür. Bâzen trafiğin ortasında… Bâzen kalan rüzgârla kıyıya dönemediğim, sörf tahtasının üstünde rüzgâr beklediğim zamanlarda… Bâzen çok yorgun bir Anadolu kenti setinde… Bâzen daha çok gençken aşk acısını atlatmak için kendimi eve kapattığım dönemlerimde. Hattâ bâzen çoook kalabalıkların içinde paniklemiş ve korkmuş hissederken sıcacık bir çadır olur bana. Bu cümle, bana gölgesinde kestirmelik bir ağaç gövdesi olur. Sıkıştığım zamanlarda başvurduğum cümlelerim, şiirlerim vardır. Bir de inancım… İnançlı olmayı hep çok sevdim. Yaratıcının her ân, her saniye olduğu gibi en zor zamanlarımda da yanımda olduğuna inanırım.
Annelik, sadece doğurmak ile târif edilemez. Bazen bir karaktere, bir işe, bir insana veya bir fikre özenle bakmak da anneliktir. Daha önce rol aldığınız projelerde defalarca “anne” rolünü canlandırdınız. Annelik, sizin için ne ifâde ediyor?
Anne karakterini canlandırdığım işlerde çocuklarım olarak rol alan bebekleri, çocukları ve gençleri hem çok sevdim hem de onları dâimâ korumak istedim. Yabancı Damat’ta ben yirmi dört yaşındayken kucağıma verilen “Ege bebek”, inanılması güç ama henüz 20 saatlikti. O kadar küçük bir canlıyla bir sene boyunca beraberdik. Elbette Ege’nin öz annesi, set boyunca onun yanı başındaydı. Bu deneyim, bana çok şey kattı. Küçük bebek bakımıyla ilgili en yoğun deneyimleri ve bağları, oynadığım işler sâyesinde yaşadım. Daha sonra, yakın arkadaşlarımın bebekleri ve kendi yeğenim -çok sevdiğim Atlas’ım- beni hem hayata bağladı hem de gerçek anlamda sorumluluk duygusunun ne olduğunu bana onlar öğretti. Bir arkadaşım, çocuk sâhibi olmakla ilgili “Ben kalbim dışarıda yaşayamam,” derdi. Yani kendisinden başka bir canlının sorumluluğunu taşımak konusunda onu daha doğurmadan onun için endîşelenerek çocuk sâhibi olmak konusunda biraz çekinceliydi. Şimdi dünyalar tatlısı bir kızı var. Çok da güzel yaşıyorlar. :)) Senin de söylediğin gibi; annelik, sadece doğurmakla târif edilemez. Aslına bakarsan -bir evlâdı olsun ya da olmasın- herkes, ebeveynlik yapabilir. Bir insan kimi zaman başkalarını kendisinden daha çok düşünerek, kendisini bir ânda bir başkasının ebeveyni olarak bulabilir. Eşini, dostunu, arkadaşını hattâ kendi annesini babasını, kendisinden yaşça büyük abisini ya da ablasını yani kardeşlerini sadece onların iyiliği için seven, kollayan, düşünen her kadın ve erkek, birbirlerine ebeveynlik yapabilir. Bâzı insanların, -çocuklarını kendileri doğurmuş olsalar bile- ebeveynlik yapamadıklarını görüyorum. Kimi yetişkinler de var ki fiziksel olarak doğurmamış olsalar bile, annelik içgüdüsüne veya babalık sorumluluğuna sâhip sorumlu bireyler olabildiklerini görüyorum. İşte böylesi nice insanla birbirimizin hayatını kolaylaştırıyor ve güzelleştiriyoruz. Spor adamı Arrigo Sacchi’nin dediği gibi; “Jokey olmak için önce at olmak gerekmez.” Bizler, anne ya da baba olmasak bile birbirimize çok güzel sâhip çıkabiliriz. Buna mukâbil “tam zamanlı annelik yaşam biçimi”, benim için yine de kolay değil. Yeri geldiğinde kendi dünyama çekilebilmeyi kıymetli buluyorum. Doğurduğum bir yavrum olsaydı bu hürriyeti kendime tanımak biraz daha zor olurdu; kabul ediyorum. Yine de sağıma-soluma, eşime-dostuma, çevremdeki hayvanlara, evdeki kedime -herhangi bir ihtiyâçları olduğunda- elimden gelen yardımı sunmaktan da geri durmuyorum. En çok da kendime annelik-babalık ediyorum. Kendi kendisinin annesi-babası hâline gelmeyi olduğu kadar, evdeki çocuk olmayı da öğrenmeli insan. Çocuk olduğunu unutmamak da yaşamın önemli bir parçası. İdeal bir yaşam için bunu çok gerekli ve kıymetli görüyorum.
Estetik kavramının giderek hızla tüketildiği bir çağda, sizin yıllardır koruduğunuz zarâfetiniz, güzelliğiniz ve doğallığınız dikkat çekiyor. Bu dengeyi nasıl sağlıyorsunuz? Özel bir bakım rutininiz var mı?
Bakım rutinim değil ama spor rutinim var. Sabahları 6’da kürek çekerek başladığım güne, saat 8’de tenisle devam ediyorum. Sabah sporu rutinim, erken uyumamı da sağlıyor. Her ne kadar set zamanları bu sportif programı uygulayabilmek ve gece uykumu tam almak zor olsa da mümkün mertebe güne denizde yaptığım bir spor aktivitesiyle başlamayı, güne hareketle devam etmeyi ve gece de erken uyumayı seçiyorum. Şimdilerde moda olan “günde tek öğün beslenmek” yani “intermittent fasting”, bende eski bir alışkanlık… İnsan, vücûdunu dinleyince, beden ona ne yapması gerektiğini söylüyor aslında. Böylece ruh da mutlu oluyor. Sağlıklı bir zihin, hayata güzel bakmaya gayret etmek, sevmek ve neşelenmek, cilde, bağırsağa hattâ tüm organlara yansıyor bence. Onun dışında her yaşın, yaşadığımız her yılın ayrı bir tadı ve güzelliği var. Yaş alıyorum, yaşlanıyorum ve bunu seviyorum. Yaşadığım şeyleri yaşamamış gibi davranamam ki! Nâdir de olsa zaman zaman kendime ufak cilt dokunuşları da yapıyorum; özellikle başlayacağım yeni bir işin yönetmeni ya da yapımcısı karakter için buna gerek duyarlarsa onların önerilerini bu bağlamda dikkate alıyorum. Yaşadığım çağın ruhuna tamamen sırtımı dönmüş değilim. Hayatımı, yaşımı, güzellik anlayışımı tamamen bu îcatlar üzerinden kuruyor da değilim. Bir tane hayatım var, vaktim kıymetli, o kadar yapılacak şey varken sürekli nasıl göründüğümle ilgilenemem. Bu, bana göre bir şey değil.