Ülkemizin gerçek sorunu: İnsanın ta kendisi

İnsanın ahlakı, merhameti ve uğraşıyla olan becerisi; yaşadığı topluma ve kendisine olumlu ya da olumsuz mutlaka yansır. Eğer bir insan iyi vasıflara sahipse, bu iyilik hem kendisine hem de topluma olumlu bir şekilde yansır. Ancak kötü bir insansa, bu kötülüğün de yine hem kendisine hem de topluma olumsuz bir etkisi olur.
Genel olarak insanlar yaşadıkları toplumlarda bazen baba, bazen anne, bazen kardeş, bazen akraba, bazen esnaf, bazen kamu görevlisi, bazen de bir siyasetçi olarak karşımıza çıkarlar.
Bu kişilerin iyi veya kötü davranışlarının etkileri değerlendirildiğinde, her birinin topluma olan yansıması farklı çarpanlarla etkili olur.
Bu farklılığın temelinde tek bir neden yatar:
Ailesinden aldığı ahlaki eğitim, yaşadığı toplumdan edindiği değerler ve bireyin bunları nasıl uygulayacağına dair verdiği karardır.
Toplum bilimciler şöyle bir tespitte bulunmuştur:
İnsanın kişiliğini, karakterini ve insan olmanın temel yapı taşlarını bir bütün olarak ele alırsak, bunun yüzde 25’i aileden aldığı değerler, yüzde 75’i ise toplumdan aldığı değerlerle oluşur.
Bu da bize şu sonucu gösterir:
Bir aile, evladını ne kadar ahlaklı ve erdemli yetiştirirse yetiştirsin, bireyin toplumdan etkilenme oranı çok daha fazladır ve bu durum kişiliğin bozulmasında toplumun etkisinin ne kadar büyük olduğunu ortaya koyar.
Çevremizde, içinde yaşadığımız toplumda bunun pek çok örneğini görürüz:
Birileri, para ödemeden hazine arazisine kaçak inşaat yapar; buna "uyanık" denir. Kimileri ise böyle bir davranışı kendine yakıştırmaz, gider parasını verir, ifrazlı ve tapulu arsayı satın alır; ona da "saf" ya da "keriz" denir. Birileri, yaptığı ticaretten fiş ya da fatura almadan ürünü daha ucuza almak ister. Başka biri ise mutlaka fatura ister. Vergi kaçırmak bir uyanıklık olarak görülürken, faturasını isteyen kişi devlete ve hakkına saygılı olduğu için "salak" muamelesi görür. Birileri kamu görevi yaparken rüşvet ister, buna da "uyanıklık" denir. Kimileri bu rüşveti verir, kimileri ise vermez; hatta şikâyetçi olur. Ama bu kişi, toplumun bazı kesimleri tarafından kötü gözle görülür. Bazıları siyaset yapar ve bizim sosyal yaşantımızı, ahlaki değerlerimizi, refah seviyemizi belirler. İşte tam da burada, %75’lik etkinin sorumlusunun siyasetçiler olduğunu açıkça görürüz. Toplumun ahlaklı ya da ahlaksız olmasının en büyük nedeni, yerel ve genel yönetimlerde görev alan siyasetçilerdir. Bu etkinin gücü maalesef çok yüksektir. Toplumu önce ahlaki anlamda, ardından ekonomik ve sosyal anlamda; refah, adalet ve yaşam kalitesi açısından ya yükseltecek ya da yok edecek makam, siyasettir. Tüm bunlara rağmen, toplum olarak hiçbir zaman umudumuzu yitirmemeliyiz.
Bu yüzden siz değerli okurlarıma, bu yazıma da ilham veren Candan Erçetin’in seslendirdiği “Elbette” adlı parçayı hatırlatmak istiyorum.
Bu güzel şarkının sözleri, umutsuz okurlarıma teselli olsun:
“Güneş her akşam batıp her gün doğuyorsa
Çiçekler solup solup tekrar açıyorsa
En derin yaralar kapanıyorsa
En büyük acılar unutuluyorsa
Neden korkulur hayatta söyleyin bana
Elbette bazen çiçek açıp bazen solacağım.
Elbette daldan dala konup sonra uçacağım.
Elbette bazen hızla koşup bazen duracağım.
Elbette bazen söyleyip bazen susacağım.”
Bu şarkı sözlerini yazarken, her şeyin bir sonu olduğuna inananlardanım. Hiçbir şey sonsuza kadar kötü ya da sonsuza kadar güzel gitmez. Tıpkı şarkıda söylendiği gibi...
Örneğin, insan ömrünün Birinci ve İkinci Dünya Savaşları öncesinde ortalama 50 yıl olduğunu düşünmek bile insanı olumlu düşünmeye sevk ediyor. O zamanlar savaşlar, kıtlıklar ve salgın hastalıklar nedeniyle ölümler çok daha erken yaşlarda oluyordu.
Oysa günümüzde genel olarak değerlendirildiğinde; büyük çaplı savaşlar, kıtlıklar, salgın hastalıklar yaygın değil. İnsan ömrü ortalaması ise 75 yıla yükseldi.
Günümüzdeki en büyük sıkıntımız, kendi siyasi görüşümüzü temsil eden siyasetçileri ülke yönetiminin başına getirmek istememizdir. Bizim gibi düşünen insanları seçmek istiyoruz.
Ancak unutmamalıyız ki demokrasinin temel kuralı, çoğunluğun tercihidir. O hâlde, nasıl insanlar isek, kendimize benzeyen kişileri seçip onların bizi yönetmesini istiyoruz.
Bu yazının en önemli cümlesi şudur:
“Toplumun büyük çoğunluğu nasıl bir karaktere sahipse, seçtiği yöneticiler de o karakterin yansımasıdır.”
Bazen çiçek açacağız, bazen solacağız. Ama asla enseyi karartmayacağız. İdarecilerimizin en büyük mükafatı, tarihte bıraktıkları iyi izlerle anılıyor olmalarıdır. Kötüler ise zaten kötü anılacak ve bunu da tarih yazacaktır.
Yakın tarihten iyi bir örnek verecek olursak:
Bağımsızlık mücadelesi veren, yokluk içinden bir vatan çıkaran ve tüm dünyanın takdirini kazanan Mustafa Kemal Atatürk vardır. Kötü örnek olarak ise milyonlarca insanın ölümüne sebep olan, onları açlığa ve işkenceye maruz bırakan Adolf Hitler’i yazabiliyorsak; bugünün yöneticilerinin de neleri söyledikleri, neleri yaptıkları, ülkeye olan katkı ya da zararları, toplumu ne ölçüde mutlu ya da mutsuz ettikleri de elbette tarih tarafından yazılacaktır. Hem de bunu yaşayanlar yazacaktır.
Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi:
“Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır.”
Ben de umudumu hiçbir zaman yitirmedim.
Tıpkı Atam gibi…